Sosyal medya benim hayatıma 2016 yılında çıktığım bisiklet yolculuğuyla birlikte girdi. O zamana kadar hiçbir sosyal medya platformunda bulunmamıştım. Geç girdiğim sosyal medya dünyasında ben de bugüne kadar birçok konudan nasibimi aldım. Özellikle ilk yıllarda beğeniye beğeni instagram gruplarına dahil oldum (ki bununla ilgili aşırı komik hikayelerim var bir ara anlatırım onları da), takipçi kazanma arzusuna kapıldım, acaba böyle daha mı iyi olur diye didindim, insanlar ne der diye düşündüm, içerik üretme telaşına düştüm… Sosyal medyada fazla takipçim yoktu belki ama kendi kendime girdiğim içsel hesaplaşmaların yanında veganlıkla ilgili paylaşım yapınca dinsiz imansız olmakla suçlandım, Hindistan‘da trene yanlışlıkla bindiğimi anlattığım bir hikaye paylaştığımda duygusal Hintlilerin iyi niyetinden (!) faydalanmakla itham edilmeye kadar varan sayısız tepkiyle de karşılaştım. Bunun yanında yine sosyal medyayı ilk kullandığım zamanda binlerce insanın ‘takdirini topladığım’ durumların bir nevi bağımlısı haline gelip, daha iyi şeyler yapmak zorunda hissettiğim zamanlar da oldu.
Son zamanlarda sosyal medyayı, insanların iletişimini, birbirlerine karşı tutumunu gözlemliyorum. Gördüğüm birkaç şeyin üzerine size biraz sosyal medyada fazla takipçi sahibi olmanın nasıl bir şey olduğundan bahsetmek istedim. Beni takip edenler oldukça düz ve direkt bir insan olduğumu bilirler ama bu yazı daha önce paylaştığım herhangi bir şeyden daha samimi ve daha direkt olacak.
Sosyal medyaya da çok yükleniyorlar…
Sosyal medya kötüleyen biri değilim, onu hemen belirteyim. Sosyal medyanın kullanım amaçları her zaman tartışmaya açık bir konu ama sosyal medyanın tek başına kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum. Aynı şekilde insanı paylaşım yapmaya iten şeyin ne olduğuna dair de uzun uzun tartışabiliriz. Kimisi kendine günce tutmak ister, kimisi işi gereği portfolyo oluşturur, kimi egosundan, kimisi insanlara hava atmak için kimisi de canı öyle istediği için sosyal medya kullanır; bunların hepsi bana göre aynı şeyler ve açıkçası çok önemli olduklarını da düşünmüyorum. (En azından benim için.)
Sosyal medyayı kötü bir yer haline getiren tek şey bence insanların neyi neden paylaştığından ziyade neyi nasıl yargıladıkları. Gerçekten bizler, insanlar olarak, dakikada en az bir halk otobüsü dolusu insanı yargılamaya yetecek kadar yargı üretme kapasitesine sahip çılgın yaratıklarız. Ve son yılların gelişen teknolojisiyle birlikte birbirimizi sosyal medya paylaşımları üzerinden yargılayabilecek şekilde de evrimleştik. Buraya kadar anormal bir şey yok. Yani insanın yargı yumurtayan bir tavuk olduğunu zaten hepimiz biliyorduk. Bu yargı muamelesi zaten ezelden beri en yakın arkadaşlara, aile bireylerine falan da yapılıyor, ortada sürpriz yok. Ama genelde birebir ilişkilerde sorun çıkmaması için bu yargı dedikoduya dönüştürülüp, konu yargılanan tarafın bilgisine sunulmadan kapatılıyor. Peki ya sosyal medyada?
Infuluyensır olmak ya da olmamak…

Belli bir sayının üzerinde takipçisi olan biri için çoğu zaman durum aynı olmuyor. Bir sosyal medya kullanıcısı hayatı boyunca hiç görmediği, tanımadığı, hakkında hiçbir fikri olmadığı bir insanı sadece sosyal medyada paylaştığı bir fotoğraf, söz ya da videoya bakarak yargılayabiliyor ve bununla da kalmayıp kendi yüklediği anlamlar yüzünden yarattığı yargısını karşı tarafın kabul etmesi ve hayatını bu yargı çerçevesinde yeniden şekillendirmesi beklentisiyle yargıladığı kişiye iletmekte bir beis görmüyor.
İnsanların giydiği kıyafetlerden tutun da çocuklarına hitap ediş biçimlerine kadar her şeyle yargılandıkları sosyal medya dünyası, sadece mahalle baskısının bir başka yüzü ve takipçi sayısı arttıkça insanlara “toplumu tatmin etmesi gereken kişi” gözüyle bakılıyor. Şaka yapmıyorum, ciddiyim. Fazla takipçisi olan insanlar iyi olmalı, kibar olmalı, harika fotoğraf çekmeli, topluma hizmet etmeli, sürekli mantıklı işler yapmalı, anlamı olan şeylerin peşinden koşmalı gibi; sanki bu insanlar insan değilmiş de başkalarının çeşitli duygularını tatmin etmek zorundaymış gibi bir baıkış açısı söz konusu. (Her bir Instagram influyensırının hesabından utanmasalar “Eğlendir bizi!” diye kapısına dayanacak en az 5 bin hesap bulabilirim ve bunu yaparken hiç zorlanmam.) Bu yaklaşım çoğu zaman insanları istedikleri gibi hareket etmekten alıkoyuyor; daha kötüsü olmadıkları biri gibi davranmaya zorluyor.
Artık ben de herkes gibiyim; kayıtlara geçsin.
Geçtiğimiz günlerde fotoğraflarımdan birine şuna benzer bir yorum yapıldı: “Artık sen de herkes gibisin demek istiyorum fotoğraflarına bakınca…. yazdıkların hala aynı ama o fotoğraflar…. bedenin ve yüz profilini paylaşman….” (Tam hatırlayamadım, yorumu da bulamadım o yüzden hatırlamadığım kısımları … olarak bıraktım ama aşağı yukarı böyle bir şeydi.) Belki de bu yorumu yapan kişi iyi niyetle yazdı bunu. (Bence buna hiçbir koşulda iyi niyet denmez de işte o kişinin iyi niyetle düşünerek yaptığını varsayıyorum.) Kendi kafasında beni “diğerlerinden” farklı kategorisine koymuştu ve paylaştığım son fotoğraflar onun bu hayallerini yıktı. Ama burada çok önemli bir şey var: Ben zaten her zaman herkes gibiydim. Kendimi hiçbir zaman diğerlerinden farklı olarak lanse etmedim. Diğerlerinden farklı bir yere konmayı talep eden de ben değildim. Fakat bu yorum bana farkında olmadan “diğerlerinden farklı olma” borcu yüklediği gibi neyi paylaşıp neyi paylaşmayacağıma karar veren kişinin de ben olmadığımı söylüyordu.
İşin garibi o dönemde yaptığım paylaşımlar daha önce yaptığım paylaşımlardan farklı da değildi. (Son 4 senedir paylaştığım fotoğrafların zaten nereden baksak %90’ında yüzüm ve bedenim görünüyor.) Ama bu kişinin bu yorumu yapmasına sebep olduğunu düşündüğüm iki fotoğraf tespit ettim. Birisi insanların bedenini her haliyle sevmesiyle ilgili paylaştığım bikinili bir fotoğraf; diğeri de denizde çekildiği için yine mecburen bikinili olduğum bir diğer fotoğraftı. (Uyurken bile bikiniyle uyuduğum 4 günlük tekne yolculuğunda çekilen tüm fotoğraflarda üzerimde bir şekilde bikini var zaten sadnsal) İki fotoğrafın da özel bir poz verme gayesi yoktu bu arada. Aşağıda fotoğraflara baktığınızda seksi olmaya ya da bir şey göstermeye çalışmadığımı fark edeceksiniz. (Çalışıyor da olabilirdim, bu da sadece beni ilgilendiren bir detay olurdu.)

Ve ben her ne kadar bikiniyle olan fotoğraflarımla üzerimde farklı kıyafetler olan fotoğraflarım arasında hiçbir fark görmüyor olsam da, bu iki fotoğrafı paylaşırken bir acaba demiştim, itiraf etmeliyim. Tabii bu acabayı Instagram topluluğu kadar Adapazarlı oluşuma da borçluyum. Nihayetinde insanların birbirini özellikle dış görünüşlerine bakarak yargıladıkları, mahalle baskısıyla ünlü bir şehirde yaşadım onca sene. Benzer bir acabayı geçen sene snowboard yaparken çekilmiş bir fotoğrafımı paylaşırken de yaşadım. “Acaba hava atıyor derler mi?” diye düşündüğümü hatırlıyorum mesela. Halbuki neden desinler, ne alakası var? Neyin havasını atıyor olabilirim? Dengede durabilişimin mi? Neyse sonuç olarak bu endişe yüzünden o fotoğrafı paylaşmamıştım.
Bu iki acaba en net olarak hatırladığım ve beni saatlerce düşündüren iki acaba olduğu için yazdım. Yoksa tabii ki acaba dediğim onlarca şey oldu bugüne kadar. Bu bikinili fotoğraf acabasından sonra kendi kendime söz verdim ama; canım ne isterse onu paylaşacağım ve acaba demeyeceğim. Çünkü insanlar asla susmayacaklar ve 7 milyar insanın hepsini dinlemeye kalksak ömrümüz yetmez.

Sebebi neydi ki?
Burada sözünü etmek istediğim başka bir mesele daha var. Beni farklı olduğum için takip eden ve artık farklı olmadığımı düşünen biri iki saniye içinde tek bir tuşa basarak beni takip etmeyi bırakabilir, öyle değil mi? Bunu yapmak yerine neden böyle bir yorum yapıp bana “bir uyarı” verme ihtiyacı hissetsin ki? Hadi gelin madem bu kadar dürüst oldum, bunun cevabını da yine başka bir anımı anlatarak vereyim. Bir ara Instagram’da takip ettiğim bir arkadaşımın boş beleş şeyler paylaştığını düşünmeye başladım. Gerçekte ne kadar huysuz ve memnuniyetsiz olduğunu bildiğim bu kişi, paylaştığı yazılarda kendisinden sanki Buddha’ymış gibi bahsediyordu. Kısa bir an için “Ya bırak bu ayakları, senin ne mal olduğunu biliyoruz. Bıktım artık kendini böyle tanıtmandan, seni takibi bırakıyorum.” gibi bir şey yazmanın hayalini kurarken buldum kendimi. (Bak bak yargılara bak sadlnas)
Sonra derin bir nefes alıp onu sadece yargıladığımı, bu yargıların bana ait olduğunu, o kişinin zaman zaman huysuz olup zaman zaman Buddha sakinliğine bürünebilme ihtimalinin olduğunu veya hiç böyle olmayıp gerçekten palavra sıkıyor olabileceğini ama ne olursa olsun onu yargılamaya hakkım olmadığını; eğer istersem takibi bırakabileceğimi hatırlattım kendime. Aslında mesele onun o veya bu olması; şu ya da bu gibi davranması değildi. Aslında mesele benim onun paylaşımlarından öyle ya da böyle hoşlanmıyor oluşumdu ve o paylaşımları görmek istemiyorsam takip etmeme seçeneğinin bir tık kadar uzağımda olmasıydı. Ama kısa bir an için bile olsa ben içimdeki yargıyı, öfkeyi, hatta belki kıskançlığı onun üzerine kusmak istemiştim. Çünkü basitçe onun ‘benim doğrumu kabul etmesini’, kendini kötü hissederek bana hak vermesini istedim. Haklı olmak istedim… (Evet hepinizden farklı olabilirim ama bazen benim içimden de böyle canavarlar çıkıyor, naparsın.)

Kimseye hiçbir borcumuz yok.
Bir şeyleri fark ettiğim günden beri peşinde koştuğum tek bir hayat görüşü var: Özgür olmak. Bu hayat görüşüne göre kimse için hiçbir şey yapmak zorunda değilim, kendimi kimseye beğendirmek zorunda değilim, herkes benden hoşlanmak zorunda değil, hele ki sosyal medyada birileri bir şeyler der mi acaba diye düşünmek zorunda hiç değilim. Benim gıcık olduğum Instagram kullanıcıları da benim ne düşündüğümü düşünmek zorunda değil. Bugün beni takdir eden, paylaşımlarımı seven biri, yarın paylaştığım bir şeyden nefret edebilir. Binlerce insanın sevdiği ve sevmediği şeylerin listesini yapıp ona göre yaşayamam.
Ortaokul zamanlarında herkesten farklı olmaya çalışarak senelerimi geçirdim. Bu yüzden birçok travma yaşadım ve hiçbir zaman ihtiyaç duyduğum sevgiyi görmedim. Lise yıllarında belki kabul edilirim arzusuyla bir süre herkes gibi olmaya çalıştım fakat beceremeyip insanların herkesten daha farklı olduğumu düşünmesini istedim. Üniversite hayatım da aynı ikilemler içinde, herkes gibi olmaya çalışıp ama aynı zamanda farklı da olmaya çalışarak geçti. Mezun olduktan sonra insanları daha az umursuyor olmama rağmen takdir edilmek ve sevilen kişi olmak için kendimden taviz vermeye devam ettim.
Bu söylediklerim kendini görmekten korkmayan birçok insana çok tanıdık gelecektir. Bunlar bana özel şeyler değiller; hepimizin farkında olarak ya da olmayarak hayat boyu yaptığı şeyler. Onaylanma, kabul edilme, sevilme gibi ihtiyaçlardan doğan ve insanın kendi gibi olmasını engelleyen bu tarz durumlar, çoğu zaman toplumu oluşturan insanların iyi veya kötü yargıları yüzünden (ama elbette temelde bu yargıları önemseyen bizler yüzünden) yaşanıyor. Kötü yargılar duymaktan korktuğumuz için ya da iyi yargılar duymaya ihtiyacımız olduğu için kendimizden başka her şey oluyoruz.
Bununla yüzleştiğimden beri olduğum gibi olmak için elimden geleni yapıyorum. Ama çok fazla insanla bir arada olunca, çok fazla ses işitince bu bazen zorlaşıyor. Daha fazla sevilmek için, daha fazla takdir görmek için olmadığım biri gibi görünmek ya da bol keseden şirinlik yapmak istemiyorum. Neysem oyum. Nasıl hissediyorsam öyleyim. En basitinden canım Instagram hesabımda ne paylaşmak istiyorsa onu paylaşırım. Kendime karşı duyduğum bu saygıyı zor kazandım ve birkaç fazladan takipçi ya da like uğruna heba edemem.

Kimsenin hakkına herkes karışamaz
Kimse kimseyi sevmek ya da onaylamak zorunda değil. İnsan onaylamadığı bir şey olduğunda usulca oradan ayrılabilir; hoşuna gitmeyen bir şey görünce uzaklaşabilir. Ama mümkünse ben de dahil herkes yargısını kendine saklasın. Çünkü insanları olmadığı kişiliklere bürünmeye ve başkası gibi davranmaya iten şey tam olarak bu. “Hiç mi bir şeyi eleştiremeyeceğiz kardeşim” diyenler de olabilir elbette. Eleştiri başka bir şey, yargı bambaşka bir şey. Ama eğer kimseye bir faydası olmayacaksa evet bence eleştirmeyin. Ya da içinizden eleştirin. O eleştiriyi neden yapmak istediğinizi fark edin; eleştirinin muhatabına değil de eleştiriyi yapana odaklanın; bu arzuyu kendinize bakmak için bir vesile olarak kullanın.
Hepimiz neredeyse hayatımızın tamamını başkalarının yargıları yüzünden olmadığımız biri olarak geçiriyoruz ve sayısız maske sahipleniyoruz. İşe girmek için, daha çok arkadaş edinmek için, sevgili bulmak için, ev kiralamak için, Instagramda daha çok takipçi kazanmak için, bazen de sadece sorun yaşamamak için… Ama neysek oyuz ve taktığımız hiçbir maske bunu değiştirmiyor. Sürdürmek zorunda kaldığımız sosyal ilişkiler yüzünden bir şeylerden ödün veriyor olabiliriz ama kimseye karşı harika biri olma borcumuz yok. Mükemmel olma borcumuz yok. Herkese iyi davranma borcumuz yok. Hep pozitif olma borcumuz yok. Her eleştiriyi kaldırma borcumuz yok. Hepimiz insanız. Üzülebiliriz, sinirlenebiliriz, anlayış gösteremeyebiliriz, sevebiliriz, sevişebiliriz, kavga edebiliriz, hata yapabiliriz, olmadığımız biri gibi davranabiliriz, mahalledeki her şeyi merak eden amcaya teyzeye “sana ne dayı/teyze” diyebiliriz ve hatta Instagram hesabımıza bulanık fotoğraf bile yükleyebiliriz. (Beğenmeyen takibi bıraksın.)
Şunu hiçbir zaman unutmayalım; bu dünyaya yalnız geldik ve bu dünyadan tek başımıza ayrılacağız. Ne asi_kaplan_54 ne de simay_1453 bizimle gelmeyecek. Hayatta tek bir şansımız var ve o şansı özgür olarak kullanalım.

Eğer yazdığım yazılardan haftalık olarak haberdar olmak isterseniz yukarıdaki görsele tıklayarak haftalık bültene abone olabilirsiniz. Spam mail göndermem, size bir şey satmaya çalışmam, herhangi bir ücret ödemeniz gerekmez. Basitçe o hafta blogda yazılan yazılar otomatik olarak mail adresinize gönderilir. Mailler bazen spam klasörünüze düşebilir, bu durumda spam klasörünüze bakmanız gerekir. Abone olanları öpüyor, haftalık bültenlerde görüşmek üzere diyorum.
Yorum Bırak
E-posta adresiniz kimseyle paylaşılmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlidir.