
Her seyahatin bir ruh hali vardır. Bu seyahati sanırım tanımlamam gerekse ilk aklıma gelen duygu “heyecan” olurdu. Hiç böyle bir seyahat yapma planımız yokken, her şey son anda şekillendi ve kendimizi Avrupa’nın güneybatısında, haritada parmağımızla çize çize planladığımız bir rotanın içinde bulduk. Ve bu yazı tam olarak bu deneyimlerden doğdu. Hem İspanya Portekiz araba turu yapmak isteyenler için bir rehber, hem de kendi yol hikayemi anlatmak ve deneyimlerimi paylaşmak için.
Üstelik bu, benim Avrupa’daki ilk araba turumdu. Küçük bir araba kiraladık ve on günde hem İspanya’nın hem de Portekiz’in ruhunu iliklerimize kadar hissettik. Şehir şehir gezdik, bazen Atlantik kıyısında rüzgarı ve denizi hayranlıkla izledik, bazen dar sokaklarda yolumuzu kaybedip daha güzel sokaklara çıktık ve hep eğlendik.

Arabayla İspanya Portekiz Seyahati
Rota ve Planlama: Nereden Başladık?
Yolculuğumuz aslında Barcelona’da başladı, Madrid’de sona erdi. İspanya Portekiz araba turu ise Madrid’de başladı ve Madrid’de sona erdi. 10 gün boyunca tam 11 şehirden geçtik:
➡️ Barcelona → Madrid → Bilbao → Santander → Santiago de Compostela → Porto → Mira → Peniche → Lizbon → Elvas → Madrid
Yol boyunca konaklamalarımızı genelde Airbnb üzerinden yaptık. Bu yazıda hem rotayı hem de yolda edindiğimiz tecrübeleri detaylıca anlatacağım. Benzer bir seyahat yapmayı planlayanlarınız varsa yazının en altındaki yorumlar bölümünden sorularınızı veya katkılarınızı yazabilirsiniz.

Barcelona: Turistlerin Üzerine Su Atılan Haklı Protesto Zamanları
Yolculuğumuzun ilk durağı Barcelona’ydı. Buraya Amsterdam‘dan uçakla geldik ve şehirde gezmek için üç gün ayırdık. Konaklama için Airbnb kullandık. Şehir gerçekten çok güzel ama şunu net söylemeliyim: Barcelona’da konaklama pahalı. Hatta o kadar ki, bu artık halk için büyük bir sorun haline dönüşmüş. Sokaklarda turistlerin (daha doğrusu ev sahiplerinin ve daha da doğrusu yönetimin sebep olduğu ekonomik çıkmazların) sebep olduğu kira krizine karşı yapılan protestolara bile denk geldik.


Barcelona’ya ayırdığımız iki günü, şehrin en bilindik ve en etkileyici noktalarını gezerek değerlendirdik. İlk durağımız tabii ki La Sagrada Familia oldu. Gaudí’nin bu devasa eseri zaten uzaktan bile etkileyici ama içeri girdiğinizde renkli vitraylardan süzülen ışık, neredeyse büyüleyici bir atmosfere dönüşüyor.
Sonra bir otobüse atlayarak Park Güell’e çıktık. Tepeden şehre bakmak, o renkli mozaik banklarda oturmak, gerçekten “Barcelona’dayım” hissini veren anlardandı. Ardından Gaudí’nin bir başka harikası olan Casa Batlló’ya da uğradık. Renkli cephesi ve dalgalı mimarisiyle sanki bir masalın içindeymişsiniz gibi hissettiriyor. Bu arada, genelde uzak yerlere ulaşımı otobüs, tramvay, metro gibi toplu taşıma araçlarıyla yapıyoruz. Bu da bence şehrin içine karışmak açısından büyük fark yaratıyor.
Barceloneta Plajı’nda rüzgârlı ama keyifli bir yürüyüş yaptık. Bol bol yürüdükten sonra sıcaktan bunaldık ve sahil kenarında bir banka oturup serin deniz havasının tadını çıkardık. O an bile başlı başına eğlenceliydi. Barri Gòtic sokaklarında kaybolmak ise bambaşka bir deneyimdi. Orta Çağ havası taşıyan o dar sokaklar, taş binalar, her köşede çıkan sokak müzisyenleri… Gerçekten başka bir seviyede yaşıyor insanlar, buna emin oldum.
Ve tabii ki La Rambla’yı da unutmamak lazım. Kalabalığın içinde yürümek benim en büyük hobim olmasa da, Mercat de la Boqueria’da taze meyve suları içmek ve o canlı ortamı gözlemlemek oldukça keyifliydi. (Beşinci dakikadan sonra Selçuk’u çekiştirip “hadi gidelim buradan, çok insan çok insan!” diye mızmızlandı.)
Madrid: Dinlenme ve Plan Değişikliği
Barcelona’da geçen bu keyifli günlerden sonra hızlı trenle Madrid’e gittik. Yolculuk kısa ve rahattı. Barcelona’dan Madrid’e geçmek, İspanya’nın iki farklı yüzünü görmek gibiydi: Biri renkli, hareketli; diğeri daha ciddi, zarif ve başkent havasında. İstanbul Ankara örneği ile biraz daha lokalleştirebilirim bu farkı sanırım. Madrid’i uzun zamandır görmek istiyordum ve nihayet bunu yapabilmek güzeldi. Tabii şehri özel kılan tek detay bu değil; çok sevdiğim arkadaşım Işıl da bir süre önce Madrid’e taşınmıştı. Onu göreceğim için de heycanlıydım.

Bu arada, Madrid’e geldiğimizde henüz araba kiralamak gibi bir planımız yoktu. Aslında rotamızdaki bir sonraki durak olan Lizbon’a uçakla geçmeyi düşünüyorduk. Ama hayat her zaman planlara sadık kalmıyor değil mi? Birkaç gün Işıl’ın evinde kaldık ve o sırada şehri epey gezdik.
Şehrin tam kalbi olan Puerta del Sol, sabah-akşam hiç durmayan kalabalığıyla klasik bir başlangıç noktası. Oradan kısa bir yürüyüşle ulaştığımız Plaza Mayor, İspanyol mimarisinin en güzel örneklerinden biri.
Elbette sanatla ilgilenen herkesin bildiği Museo del Prado da listemizdeydi. Goya’dan Velázquez’e kadar uzanan klasik sanat koleksiyonunu görmek gerçekten etkileyiciydi. Müze yorucuydu ama içerideki atmosfer öyle dingin ki zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz.
Bir diğer favori yerimiz El Retiro Parkı oldu. Koşanlar, kitap okuyanlar, gölette amaçsız gezen sandallar… Dev bir şehrin ortasında bu kadar huzurlu bir alan olması şaşırtıcı gerçekten. Biz de birkaç saatimizi burada geçirdik. Bir banka oturup “buraya niye avm yapmıyorlar ki?” diye uzun uzun düşündük. Bir bildikleri var herhalde.
Madrid’in en turistik ama mutlaka uğranması gereken yerlerinden biri de Gran Vía. Alışveriş caddesi olmasının ötesinde, devasa tiyatro binaları ve Art Deco mimarisiyle oldukça etkileyici. Akşam üzeri bu caddede yürümek, sokak müziği eşliğinde şehri biraz daha hissetmenizi sağlıyor. (Ama kalabalık anksiyetem durur mu yapıştırmış yine cevabı: Hadi gidelim!)

Biz Madrid’i gezerken o sırada İspanya’da olduğumuzu gören ve bir süre önce İspanya’ya taşınan arkadaşlarımız Tuğçe ve Fatih’ten bir mesaj geldi. Bizi İspanya’nın kuzeyindeki evlerine davet ettikleri bu mesajla işler tamamen değişti. Işıl da o bölgenin görülmeye değer olduğunu söyleyince bir plan değişikliği yapmaya karar verdik ve araba kiraladık. Kendimize kabataslak bir rota çizdikten sonra da yola çıktık. İşte bu yazının konusu olan İspanya Portekiz araba turu da böylece başlamış oldu.


Araba Kiralama: Sınır Geçiş Ücreti Sürprizi
Aracımızı online bir firmadan kiraladık ve Madrid’de havalimanından teslim aldık. Teslim alırken öğrendiğimiz önemli bir detay vardı: Aracı başka bir ülkeye götürmek için günlük +20 € ödememiz gerekiyordu. Keşke bunu önceden bilseydik ama sorun değil zaten hemen hemen her yerde olan bir kural. Neyse ki bu ödemeyi ülkeden çıkacağımız zaman yapmamız mümkünmüş ve bir başka şubeden de yapabilirmişiz.
Yurt dışında araba kiralarken dikkat edilmesi gereken çok detay var. Eğer iyi bir firmadan kiralama yapıyorsanız çok sorun yaşamıyorsunuz. Ama yine de detaylıca anlattığım yurt dışında araba kiralama hakkındaki yazımı buradan okuyabilirsiniz.
Kiraladığımız araç bir Fiat 500’dü. Küçük ama şehir içi için idealdi. Özellikle park sorunu hiç yaşamadık. Navigasyon için sadece Google Maps kullandık. Online ve çevrimdışı modda kusursuz çalıştı.


Bilbao → Cascada de Orbaneja del Castillo → Santander → Santiago de Compostela
Madrid’den yola çıkıp Bilbao’ya gittik. Burada amacımız bir dil okuluyla görüşmekti ama bunu neden yaptığımız başka bir yazının konusu. Bilbao’da güzel bir kahvaltı yapıp biraz dolaştıktan sonra arkadaşlarımızın yanına gitmek üzere yola çıktık. O sırada rotamızın üzerindeki harika bir yere de uğramayı ihmal etmedik: Cascada de Orbaneja del Castillo. Doğanın içinde, küçük ve etkileyici bir şelale köyü. Fotoğraf çekmeye doyamadık gerçekten. Eğer İspanya Portekiz araba turu yapmayı planlarsanız, buraya mutlaka uğrayın.


Yolda aşırı güzel yerlere uğradıktan sonra Fatih ve Tuğçe’nin yaşadığı köye gittik. Burası küçük, sessiz ve sakin bir köydü. Köyde aldıkları eski bir taş evi yeniden yapıyorlar. O zamana kadar inşa ettikleri küçük bir kulübede yaşıyorlar. Biz de burada kaldık. Buralarda nedense çok fotoğraf çekmemişim. Muhtemelen anı yaşamak daha keyifli geldi. Selçuk’un kamerasıyla çektiği sınırlı sayıda fotoğraf var o yüzden elimde.
Birlikte geçirdiğimiz iki günde Santander’e gidip harika bir sahilde yüzdük, şehir merkezinde dolaştık, doğanın muazzam göründüğü manzaraları ziyaret ettik. Her anlamda dinlendirici oldu. Bu arada onların sosyal medya hesaplarına da buradan ulaşabilirsiniz: Ride2world Ayrıca bir de daha önce yelkenli ile yaptığı turlardan tanıdığımız Hakan Öge’yle de tanıştık.


Bu sakin atmosferde birkaç gün dinlendikten sonra Tuğçelerin yanından ayrılıp aracı Portekiz’e götürmek için ödeme yapacağımız şubenin olduğu Santiago’ya geçmeye karar verdik. Şehre vardığımızda gece saat epey geç olmuştu. Son dakikada bulduğumuz bir misafirhanede rezervasyon yaptırdık. Buranın eskiden birine ait olan kocaman bir malikane olduğunu ancak sabah kahvaltıda ev sahibimiz anlattığında öğrendik. Bu arada, Santiago de Compostela dünyaca ünlü hac yolu Camino de Santiago’nun bitiş noktası. Hac yolunu yürüyenlerin hedefi buradaki büyük katedral. Biz yürüyemedik ama bu kültürün bir parçasını orada solumak bile yeterince etkileyiciydi.
Ve Nihayet Portekiz’e geçiyoruz: Porto
Ertesi gün araba kiraladığımız acentenin Santiago de Compostela‘daki şubesine uğrayıp önümüzdeki bir hafta için yurt dışı çıkış harcımızı (adı bu olsun) ödedikten sonra Portekiz’e geçtik. Sınırdan geçtikten sonra fark ettiğimiz ilk şey zaten az olan İngilizce diyalog kurma ihtimalimizin daha da azaldığı oldu. İspanya’da İngilizce iletişim kurmayınca yine çat pat İspanyolcamızla bir şeyler anlatabiliyorduk ama Portekizce konusunda “obrigado”nun ötesine geçemediğimiz için kartlar yeniden dağıtıldı.

Mesela yukarıdaki fotoğraftaki benzinlikte sadece gülümseyerek iletişim kurabildik. Gülümsemenin tek başına ne kadar güçlü bir iletişim aracı olduğuna her seferinde şaşırıyorum. Bu şekilde derdinizi anlatabilmek, ya da bir başkasının derdini anlayabilmek zaten büyüleyici bir de belki aynı dili konuşsanız sevmeyeceğiniz birini sadece gülümseyerek iletişim kurduğunuzda çok sevebiliyorsunuz. Hayat gerçekten enteresan. Karşılaştığımız Portekizliler çok sevecen ve anlayışlı insanlar oldukları için bu iletişim son derece keyifliydi.

İspanya Portekiz araba turunda Portekiz sınırından geçtikten sonra ilk durağımız Porto oldu. Şehre geldiğimizde ilk iş olarak merkeze yakın bir yerde otopark bulduk. Ardından Porto sokaklarında uzun uzun yürüdük. Atmosfer gerçekten büyüleyiciydi.
Gerçi şehrini Fikirtepe’ye mi yoksa Sarıyer’e mi benzediğine tam karar veremediğim bir aurası da vardı, o başka. Bir yanda bakmaya doyamadığım fayanslarla (azulejo’lar) kaplı rengarenk binalar, diğer yanda devam eden inşaatlar ve altyapı çalışmaları. Bir köşeye kentsel dönüşümle altında AVM olan bir gökdelen dikseler asla sırıtmaz. Hatta bazı köşeleri neden bu şekilde değerlendirmediklerini anlamakta güçlük çektim. Memleketimin bana kazandırdığı(!) bu her yere AVM yapma gayretini gittiğim ülkelere de yanımda götürüyorum gördüğünüz gibi. Beni AVM’den çıkarabilirsiniz ama AVM’yi kafamdan çıkaramazsınız…

Neyse. Porto’ya geri dönecek olursak, şehir bir hayli kalabalık ve düzensiz görünüyordu. Belki gittiğimiz sezonun gerçekten çok kalabalık bir sezon olması da bunda etkilidir, bilemiyorum. Tam “Bu ne ya böyle?” diyeceğim sırada Douro Nehrinin uzaklarda bir yerde görünen manzarası fikrimi değiştirip durdu. “Allahım” diyorum “ne biçim yer”, sonra bir bakıyorum uzaklara “ah, be” diyorum “seni yaratana kurban”. Bu kafa karışıklığı şehri gezerken de devam etti. En sonunda şehrin daha iç kısımlarının Fikirtepe; sahil şeridinin de Sarıyer olduğu konusunda net bir karara vardım ve rahatladım.
İlk durağımız tabii ki Ribeira oldu. Douro nehrinin kıyısındaki bu tarihi mahalle, Porto’nun kalbi gibi bir yer. Nehir kenarında yürürken, her biri farklı renge boyanmış daracık evler, balkonlardan sarkan çamaşırlar ve sokakta yankılanan Fado melodileri bambaşka bir havaya sahip. Tam bir kartpostal sahnesi gibi hissettiriyor. Sahilde yürüdükten sonra şehri ve Douro nehrini bir de tepeden görmek istedik. Gaia teleferiği ile köprünün üstüne yaklaşık 5 dakika süren bir yolculuk yaptık. Sonra Dom Luís I Köprüsü’nden yürüyerek geçtik. Bu demir köprü hem nehre hem şehre kuş bakışı bakmanızı sağlıyor.
Şehrin en canlı caddelerinden biri olan Rua das Flores‘te yürürken hem tarihi binaları hem de modern kafeleri görmek mümkün. Burada küçük bir pastanede oturup “pastel de nata” yemeyi ihmal etmedik tabii. Porto’da bir de Livraria Lello var. Burası görkemli merdivenleri ve vitray tavanıyla adeta bir sanat eseri gibi görünen, dünyanın en güzel kitabevlerinden biri olarak biliniyor. JK Rowling de Harry Potter’ı yazarken buradan ilham almış diyolla, bilemiyoruz tabii.

Bu arada, burada bir de kiraz likörü meşhurmuş. Nehir kenarında bir kafede oturup meşhur Ginja’yı (kiraz likörü) biz de denedik. Genelde şekerli likörleri severim ama bu likörün tadını pek sevmedim. Yine de pişman değilim, yine olsun yine yaparım. Çünkü herkes bilir ki ‘bi yerin bişiyi meşhursa denememiz lazımdır’.

Mira ve Peniche: Okyanus Rüzgarı
Porto’da dolu dolu bir gün geçirmek bizim için yeterli oldu. Ertesi gün gezmeye devam etme konusunda pek motivasyonumuz yoktu o yüzden geceyi burada geçirmek istemedik. Büyük bir şehirde kalmaktansa yol üzerindeki sahil kasabalarından birinde kalmaya karar verdik. Ardından haritayı açtık ve güzel olacağını düşündüğümüz bir sahil kasabasını seçtik. Bence İspanya Portekiz araba turunun en güzel duraklarından biri burasıydı.
Mira isimli, adını ilk defa duyduğumuz sahil kasabasında küçük bir otelde rezervasyon yaptırdık. Burası sakin, rüzgarlı ama huzurlu bir sahil kasabasıydı. Eğer yolunuz düşerse son derece temiz, uygun fiyatlı ve güzel bir alternatif olduğu için kaldığımız yeri de yazayım: Atlantic Spot Guest House.
Akşamüstü geldik, arabamızı otelin otoparkına park ettik, odamıza yerleştik ve kendimizi sokağa attık. Sokaklar bomboştu! Yolun sağında ve solunda Portekiz fayanslarının binbir çeşidini görebileceğimiz evlere hayran hayran bakarak uzun uzun yürüdük. Porto’nun kalabalık sokaklarından sonra bu kasabanın bomboş sokakları bize çok iyi geldi. Gece otelin terasında yıldızları izleyerek biraz vakit geçirdik ve uyuduk.

Sabah uyandığımızda kahvaltımızı yapıp otelden ayrıldık. Sabah kahvesini kumsalda içmek başta iyi bir fikir gibi gelmişti ama son derece kuvvetli olan rüzgar bu işi bir challange haline getirdi. Yine de sahil çok güzeldi. Ayrıca çok da temizdi. Çekebildiğimiz kadar fotoğraf çektik.

Lizbon’a geçmeden önce bir de Peniche‘ye uğradık. Burası okyanusu ve dalgaları izlemek için harika bir nokta. Küçük köylerin sokaklarında dolaştık, okyanus manzarasında fotoğraflar çektik. Avrupa’nın kelimenin tam anlamıyla ucunda durduğumuzu fark edince, kafamda şu şarkıyla klip çektiğim duygu dolu anlar da yaşandı, saklamayacağım.

Lizbon: Arkadaşlarla Buluşma ve Meşhur Tramvay
İspanya Portekiz araba turunun bir diğer durağı olan Lizbon’a vardığımızda yine arabayı güvenli ve uygun fiyatlı bir otoparka bıraktık ve Lizbon’un şehir merkezinden 10 dk uzaklıktaki bir mahallesinde, tatlı bir çay bahçesinde arkadaşlarımızla buluştuk. (Bizim de her yerde yaşayan arkadaşımız varmış gerçekten şu an bu satırları yazarken fark ediyorum.)
Şimdi hayal edin, akşam saatleri, sırtınıza hırkanızı almışsınız, ağaçların altında bir çay bahçesi, kuşlar tatlı tatlı ötüyor, insanlar aileleriyle çay bahçesinde yemek yiyor, bira, kahve, şarap, gazoz, bir şeyler içiyor. Çocukların sesleri, kahkahalar… Ya ben küçükken Türkiye’de böyle keyifli anlar yaşadığımı hatırlıyorum ya… Siz de hatırlıyor musunuz? Ama şimdi niye yok bu anlar? Ağlayacağım sanırım…
Bu arada, hırka dedim ama mevsim sizi yanıltmasın. Aylardan Temmuz’du ama Portekiz’in havası gerçekten çok ilginç. Sabahları güneşte bir hayli sıcak, gölgede serin ve akşamları da genel olarak serin bir hava hakim. Şimdi nostalji aşkımın körüklendiğini düşünebilirsiniz ama tam bir 90’lar yaz akşamı havası. Arkada da Kenan Doğulu – Yaparım Bilirsin çalıyor…
Bir neyse de buraya bırakıyorum ve devam ediyorum.

Lizbon’da konaklama bulmak ilginç bir deneyim oldu. Çünkü Airbnb’de birkaç kişi şehrin belli bölgelerindeki apartmanlarda seri ev kiralama hizmeti veriyor. Baktığım belki de 10 evin sahibinin aynı olması, Airbnb açısından ciddi bir tekelleşme olduğunu gösteriyor. Dünyanın her yerinde ekonomi kötüleştikçe ve turistler üzerinden para kazanma başlıca gelir kaynağı haline geldikçe daha çok benzer şeyler göreceğiz sanırım. Bu kriz nasıl aşılacak bilmiyorum ama İspanya’da halkın öfkeyi yanlış yere yani turistlere yöneltmesine benzer protestoları daha çok göreceğiz sanırım.
Biz de bu tekelleşmiş Airbnb evlerinden birinde kaldık. Kaldığımız yer, her odası özel odaya dönüştürülmüş bir apartman dairesiydi. Eski bir binadyı ve merdivenler çok enteresandı. Her şey ucuz ve özensiz görünmesine rağmen asgari rahatlığa sahipti.

Lizbon’da geçirdiğimiz iki gün boyunca en çok keyif aldığımız ilk şey, saatlerce yürümekti. Lizbon öyle bir şehir ki, herhangi bir plan yapmadan sokağa adım atsanız bile her köşe sizi başka bir güzellikle karşılıyor. Yalnız bir hayli yokuş olduğunu da belirtmem lazım. Siz de Lizbon’da İstanbul’a gelip Karaköy’den Taksim’e çıkan turistlerin yaşadığına benzer şoklar yaşayabilirsiniz.
Biri benden Lizbon’da mutlaka yapılması gereken bir şey önermemi isteseydi ona kesinlike 28 numaralı tramvaya binmesini söylerdim. Bir kere tramvayın atmosferi çok iyi. Sadece bir ulaşım aracı kullanmanın ötesinde, bu tramvayla tam anlamıyla bir şehir turu yapabilirsiniz. Özellikle Alfama bölgesinden geçerken manzara, mimari ve atmosferin birleşimi sizi büyülüyor.
Yalnız tramvaya ilk duraktan binmenizi şiddetle öneririm çünkü bu nostaljik gezi, turistik yerlere yaklaştıkça iş çıkışı Zincirlikuyu Metrobüs’e dönüyor. Şehri gezdikten sonra Alfama’da istediğiniz bir yerde inebilirsiniz.

Bir günümüzü Belém bölgesine ayırdık. Belém Kulesi ve Jerónimos Manastırı, Portekiz’in keşifler çağını görebileceğiniz etkileyici yapılar. Bu bölgedeyken meşhur Pastéis de Belém’e de gittik. Evet, pastel de nata’lar zaten güzeldi ama buradaki bir başka seviyedeydi. Sıcacık, çıtır çıtır ve üstü bol tarçınlı. (Aynısını Kadıköy Moda’da da yapmıyorlar ama oradaki de lezzetli, denemediyseniz deneyebilirsiniz.) Lizbon’un o hafif yokuşlu yolları, harika duvarları ve eski ile yeniyi bir arada sunan havası bize çok iyi geldi.


Elvas ve Madrid’e Dönüş
Portekiz’de dopdolu geçen ve yeni yerler keşfettiğimiz birkaç günün ardından artık dönüş zamanı geldi. Dönüş yolunu da yine daha önce görmediğimiz güzel yerler görerek geçirmek istedik ve Google’da kapsamlı bir araştırma yapmak yerine haritayı açıp dolaşarak hoşumuza gideceğini düşündüğümüz bir yer bulduk. Biz bunu sık sık yapıyoruz ve henüz hiç pişman olmadık.
Peki neden bunu yapıyoruz? Çünkü Google’da bir arama yaptığınızda karşınıza çoğunlukla turistik yerler çıkıyor. Bunun sebebi de dijital içerikleri, bilindik yerler daha kolay bulunacak şekilde hazırlıyor olmaları. Bir nevi birbirini kısır döngüye sokan arz-talep meselesi. Mesela muhtemelen bu yazı, Portekiz için yaptığınız bir Google aramasında karşınıza çıkmayacak bile, çünkü yazıyı bu şekilde planlamadım. Bu teknik detaylar nedeniyle, gizli kalmış yerleri veya turistik olmayan güzel yerleri keşfetmek için maalesef Google aramaları iyi bir seçenek değil. Haritalar candır, gerisi heyecandır diyerek keşfettiğimiz bu güzel köye geçiyorum.

Harita üzerinde biraz gezinip konaklamak için İspanya sınırına yakın Elvas isimli bir şehir buldum. Burası Ortaçağ surlarıyla çevrili minik bir Portekiz kasabasıydı. Son derece sakin ve sessiz bir yerdi. Orta Çağ’dan kalma surlarla çevrili tarihi merkeziyle, oldukça sessiz ve huzurlu bir havası vardı. Şehir UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor ve özellikle yıldız şeklindeki kale sistemi ile dikkat çekiyor. İspanya Portekiz araba turunun ikinci bayıldığım durağı da burasıydı.
Önce otelimize yerleştik; ardından sarı ve beyaz rengin hakim olduğu surların içindeki şehrin dar sokaklarında uzun uzun yürüdük. Gerçekten her yönüyle çok güzeldi. Biraz rutubetliydi, tek sevmediğimiz yönü de bu oldu.

Elvas’a vardığımız akşam dünya kupası finalleri oynanıyordu. Meydandaki büfenin orada maçın toplu olarak izleneceğini duyunca biz de kalabalığa katıldık. Aslında pek futbol maçlarını izlemiyoruz ama bilmediğimiz yabancı bir şehirde yaklaşık 40-50 kişiyle birlikte içeceklerimizi yudumlayıp maçı izlemek apayrı bir deneyim olacağı için bunu yapmak zorundaydık; kaçıramazdık.

Bu arada, İspanya’daki favori içeceğim kesinlikle sangria oldu. Tam bir yaz içeceği. Normalde alkollü içeceklerle aram çok iyi değildir, ama böyle şekerli ve buz gibi kokteyller bazen beni ele geçiriyor; sangria da kesinlikle onlardan biriydi. (Mesela Portekiz şarabını da çok seviyorum ama yazın lıkır lıkır giden bir şey değil.)
Karnım acıkınca büfeye gidip yiyecek bir şeyler sordum, (gülümseyerek). Yemek yokmuş, sadece atıştırmalık bir şey varmış. Ne olduğunu tam anlayamadım ve okey diyerek sipariş verdim. (Gülümseme dilinde sadece yiyecek bir şey istediğinizi anlatabiliyorsunuz, hangisi olduğunu söyleyemiyorsunuz.) Birkaç dakika sonra fotoğraftaki tabak geldi. Üzerine biraz zeytinyağı ve baharat eklemişlerdi sanırım. Ne olduğu konusunda hiçbir fikrim olmayan tabağı silip süpürdüm ve o anın açlığıyla çok leziz geldi.
Daha sonra internetten araştırdım. İspanya’da ve Portekiz’de biranın yanında haşlanmış bakla (favas cozidas) ve sarı bakla (tremoços) sıklıkla yeniyormuş. Benimki tremaços’tu.
Ve Elvas’ta dinlenerek geçen bir günün ardından Madrid’e dönüş yoluna geçtik.
İspanya ve Portekiz’de Yollar ve Otoparklar
Tüm bu seyahat boyunca dikkatimi çeken bir şey oldu: İspanya’da otoyollar ücretsiz, ama Portekiz’de tüm yollar ücretliydi. Giriş-çıkışlardaki otomatik gişelerden geçerken bunun farkında olmak önemli. Herhangi bir cihazımız olmadığı için ödemeleri nakit olarak yaptık. Otoyol fiyatları genelde 2-5 € arasındaydı.
Gittiğimiz her şehirde güvenli bir otopark bulduk. Genelde otopark ücretleri lokasyona göre günlük 2-5 euro civarındaydı. Otelde ve Airbnb’de kaldığımızda arabayı ya otelin otoparkına ya da ev sahibimizin önerdiği (tercihen camdan da görebileceğimiz) güvenli bir yere park ettik.

İspanya Portekiz Araba Turu Boyunca Konaklama, Yemekler ve Küçük Detaylar
Menu Del Dia: İspanya’da menu del dia menülerine bayıldık. (Direkt çevirisi günün menüsü ve ben az önce aslında günün menüsü menüsü demiş oldum) Sadece öğle saatlerinde çıkıyor; daha önce veya sonra bulamıyorsunuz. 3 çeşit yemek, tatlı ve içecek dahil 10–15 € gibi fiyatlara muhteşem öğünler yedik. Tek menü iki kişi için son derece yeterli oluyor ama bazı yerlerde iki kişiye tek menü servis etmiyorlar. Bu arada 3 çeşit yemek için aralarından seçim yapabileceğiniz 3 seçenek sunuyorlar, siz dilediğinizi seçiyorsunuz.
Bizim İspanyolcamız okuduğumuzu anlamaya pek yeterli olmadığı ve Google görsel çevirileri her zaman mükemmel çalışmadığı için bazı günlerde ne olduğu konusunda hiçbir fikrimiz olmayan yemekler sipariş etmek zorunda kaldık. Mesela ben İspanyolca bilseydim etin yanına yumurta kırdıkları, yanına sebze ve patates kızartması koydukları aşağıdaki fotoğraftaki yemeği sipariş etmezdim muhtemelen. İyi ki İspanyolca bilmiyormuşum çünkü o zaman yeni şeyler deneyemezdim ve özellikle sebzeler çok lezzetliydi. (Bazen bilmemek çok güzel bir şey.)

Konaklama: Barcelona ve Madrid’de konaklama pahalı, ama Portekiz çok daha uygun. Bir de özellikle Portekiz için, seyahat esnekliğiniz varsa, arabayla geziyorsanız büyük şehirlerde konaklamak yerine küçük kasabalarda kalarak hem yeni yerler görebilirsiniz hem de konaklama maliyetini düşürebilirsiniz. Airbnb neredeyse tüm şehirlerde ilk tercihimizdi. Ama booking de bir hayli yaygın. İki uygulamayı da kullanmanızı tavsiye ederim.
Mutlaka bir mobil internet paketi alın, çünkü sadece Wi-Fi yeterli olmayabilir. Google Maps çevrimdışı haritaları hayat kurtarıyor ama bir önceki maddedeki mobil internet paketini de ihmal etmeyin.

Sonuç: Bu Turu Bir Daha Yapar Mıyım?
Kesinlikle evet. İspanya Portekiz araba turu bize hem daha esnek planlar yapabilme hem de yeni yerler keşfetme özgürlüğü verdi. Rotayı biz belirledik, molaları biz seçtik. Yorulduk, güldük, bazen ne yapacağımızı bilemediğimiz anlar yaşandı ama her anı dolu dolu yaşadık. Tur boyunca hem arkadaşlarımızı gördük, hem de birçok insanla tanıştık.
Bu yazı da ilginizi çekebilir: Arabayla 1 Haftalık Fransa-Belçika Turu
Evet şimdi gelelim etkileşimli bölümümüze. Siz hiç araba kiralayarak Avrupa’yı gezdiniz mi? Ya da bu yazıya bakınca içinizde kıpırdanan bir rota oldu mu? Yorumlarınızı bekliyorum. Deneyimlerinizi paylaşın ve sorularınızı bırakın. Şimdiden herkese gönlündeki her rotayı rahatlıkla gezebilme özgürlüğü ve memleketimize Euro’nun 2,5 ₺ olduğu günleri görebilme ihtimali diliyorum. (Yine gerçekçi davrandım, hemen şeyapmayın. 1₺ de diyebilirdim?)