Meditasyon yaparken ne düşünüyorduk? : Hikayenin devamını getir

Dördüncü hikaye oyunundan herkese selamlar! İlk hikayeye başlarken buraya kadar gelebileceğimizden çok da emin olmadığımı itiraf etmeliyim. Çünkü biliyorsunuz genelde böyle şeyler bir anlık hevesle başlar ve zaman geçtikçe heves de kaçar. Ama bu oyunlar sayesinde bunun tam tersinin mümkün olabileceğini de gördük. Zaman geçtikçe katılımda da büyük bir coşma yaşandı. Karantina boyunca aramızda ne cevherler varmış onları da bu vesileyle görüyoruz. Evet, geldik bu haftaki oyunumuza. Bu hafta ufak bir eklemeyle oyunu daha eğlenceli hale getirmeye çalışacağım. O değişikliğe geçmeden önce her zamanki 2 basit kuralı hatırlatıyorum:
1. Yapılan yorumlar 350 kelime ile sınırlı olmalı.
2. Yorumun sonuna instagram hesabı yazılmış olmalı. (Eğer instagram kullanmıyorsanız melkeontheroad@gmail.com adresine e-posta göndererek kazanmanız halinde size ulaşabileceğim bir e-posta adresi de bildirebilirsiniz.)
Bu haftaki değişikliğimiz ise hikayeye ekleyeceğiniz bazı nesneler. Hikayeye yazacağınız devamda bu nesnelerin kritik bir rolü olmalı. Yani artık nasıl kullanırsınız bilmiyorum ama biz bu nesneleri mutlaka görmeliyiz. O nesneler ise: Damacana ve Terlik. Evet, hikayenin devamını en yaratıcı şekilde getiren üç kişi 50 TL değerinde hediye kitap çeki kazanacak. Bu haftaki hediyelerden biri için kitaplarla ilgili son derece keyifli bir Instagram hesabı olan @cikofeka_bookstagram sponsor oldu. Kendilerine teşekkür ediyoruz. Katılım için son gün 4 Mayıs. Şimdi gelelim dördüncü hikayemize: Meditasyon Yaparken Ne Düşünüyorduk sizlerle.
Meditasyon yaparken ne düşünüyorduk?

Derin nefes al… Derin nefes ver… Nefesine odaklan… Sakince… Huzurla… Kendimi seviyorum… Derin nefes al… Derin nefes ver… Kendimi ve herkesi affediyorum… Derin nefes al… Derin nefes ver… Herkesi olduğu gibi kabul ediyorum… Derin nefes al… Derin nefes ver… Nefesine odaklan… Yapabilirsin…
Gözlerimi açtım çünkü ne kimseyi olduğu gibi kabul edebildiğim vardı ne de sevebildiğim. Halbuki geçen hafta burada gerçekleşen meditasyon atölyesinde böyle anlatmışlardı. Ama ben aksine herkesi bıçaklamak istiyordum. Evet evet, bıçaklamak istiyordum. İçimdeki duyguyu tanımlamaya müsait olan tek ifade buydu. Meditasyon yaparken aklımdan bunu geçiriyordum. Dmitri Shostokovich’in sonsuza kadar dinleyebileceğim 2 numaralı valsi eşliğinde dans ederek insanları bıçakladığımı hayal etmek bana huzur veriyordu. Bir balerin inceliğinde dönüyor, havada bir tüy gibi salınıyordum ve her dönüşüm yanımdaki insanlara bir bıçak darbesi bırakıyordu. Etrafa kanlar fışkırıyor ve ben yüzüme isabet eden her kan damlasında daha büyük bir haz alarak dans etmeye devam ediyordum. Hızımı alamayıp berrak gölün sularına dalıyor, bir balık kıvraklığında yüzüyor, biraz da oradaki insanları bıçaklıyordum. Kan damlacıkları sabırla yayılıyordu tatlı su yüzeyine. Dışarıdan izleyen biri için bir ressamın tuvaline bıraktığı eşsiz bir fırça darbesini andırıyordu bu görüntü. İşte şimdi huzur bulmuştum. Aklımda 2 numaralı vals, elimde bir kahvaltı bıçağı, ağır çekimde hareket eden ben ve ince hareketlerle savurduğum bıçak darbeleri…
Sapyo’nun on dakikadır bana seslendiğini, yanıt vermediğim için de yanıma kadar geldiğini ancak beni dürttüğünde fark edebildim. “Napıyorsun” diye sordu suratında bilge bir ifadeyle. “Yine dehşet verici hayallerinden birini mi kuruyorsun?” Bunu söylerken gülmüştü. Sapyo’nun bir bilge mi yoksa sinir bozucu bir ihtiyar mı olduğunu bu hızlı geçişleri yüzünden çoğu zaman merak etmişimdir. “Evet” dedim, “Sence dehşet verici ama bence değil.” “İnsanlara k0arşı çok öfkelisin Anura. Ama tabiatlarına uygun davrandıkları için onları suçlayamazsın.” Kim demiş? Bence suçlayabilirdim. Tüm canlıları her şey için suçlayabilirdim. Sapyo tüm bunların normal olduğunu söylüyordu. Her canlının doğasına uygun davrandığını ve bunun için suçlanamayacağını iddia ediyordu. Bir insanı insan olduğu için suçlamak bir aslanı geyiği avladığı için suçlamaktan farksızdı ona göre. Sapyo’nun sabrına sahip olmak için Sapyo kadar ihtiyar olmak gerekirdi ama ben bu kadar ihtiyar olmadığım gibi o kadar vaktim de yoktu. Hikayenin devamını getir…
ÖNEMLİ NOT: Yorumunuz önce onaya düşeceği için yaptığınız anda görünmeyecek. Paniğe hiç gerek yok, her şey kontrol altında. Kimse birbirinden kopya çekmesin diye yorumlar biriktikten sonra birkaç gün içinde yayınlayacağım.
Bu arada bloga yeni eklediğim “Kültür & Sanat” kategorisinde misafir yazarlar kabul ettiğimden daha önce bahsetmiş miydim? Kısa hikayelerinizin, film, dizi, kitap ve belgesel tavsiyelerinizin blogda yer almasını isterseniz melkeontheroad@gmail.com adresine kendinizi tanıtan bir mail atabilirsiniz.
Tüm yazılardan, etkinliklerden ve yarışmalardan anında haberdar olmak için görsele tıklayarak haftalık mail bültenine abone olabilirsiniz.
İnsanları anlayacak, onlara acıyacak vaktim yoktu. Belki yetmiş yasında kabullenirdim onları ama şu an için imkansızdı. Sapyo’nun dediği gibi öfkeliydim. Onları değiştirmek istiyordum ama yapamıyordum. İmkansızın peşinde terliklerle koşmaya çabalıyordum. Olmayacağını bilmek canımı yakıyordu. Nefesimi izliyorum..Gözlerim açık… Gözüm terliklerime takıldı. Hiç onlarla koşmayı denemediğimi düşündüm. Koştuğumu hayal ettim. Takılıp düştüm hayalimde. Köşede duran boş damacanaya çarptım. Sesi boğuk ve öfkeliydi. Söyleyecek sözüm yoktu, haklıydı. Damacanaya hak vermek kolay olmuştu, ya insanlar? Onlara neden acımasızca yaklaşıyordum? Sessizlikte buldum :” Damacanaya ben çarptım. İnsanlarsa ben bulaşmadan bana zarar verebiliyordu. Hatta iyi davransam bile kötülük yapabiliyorlardı. Bazılarının yaşamalarını istemiyor, cansız durmalarını istiyordum. Bir eşya gibi… İşte o zaman benim için saygı duyulması gereken bir nesne olurlardı. Hatta acırdım ölü bedenlerine. Sapyo benden rahatsız oldu ve divanın köşesine oturdu. Onun da bana acıdığını hissediyor, öfke duyuyordum. Anlamasını beklemiyordum beni. En azından acımasaydı. Bana karşı bir hissi olmasaydı. Ya da ben bunu hissetmeseydim keşke. Meditasyona devam dedim içimden. Sapyo yanımdayken rahat değildim. Nefes al.. Nefes ver… Sakin ol.. Nefes al.. Nefes ver… Sakin… “Sakin” dedikçe kendime daha çok sinirleniyordum. Sapyo bir şey mırıldandı. “Tekrar etmelisin, anlamadım.” dedim. “Annen de senin gibiydi” dedi. İlk defa annemden bahsetmiş beni şaşırtmıştı. Nereden geldiğini çözemediğim öfkemin nedeni annemden kalan bir miras olabilirdi. Heyecanlandım ancak belli etmemeye çalıştım. Annem hakkında biraz daha bilgi vermesini diledim içimden. O anlattıkça farkına varacaktım belki de. Bekledim sabırla. O sustu. Terliklerime baktı bir süre sonra. “Annen hep kırmızı tercih ederdi” dedi birden. Mavi, yeşil, sarı değil de hep kırmızı… “Kırmızı terlikleriyle dışarıya öfkeliyim mesajını verirdi sanki” dedi. Bense hep siyah tercih ediyordum. Karanlıkta kaybolmak için… Peki benim öfke mesajım neredeydi? Siyahın içine mi gömüyordum öfkemi? Peki Sapyo gömülü olanı nasıl biliyordu? Gözlerimden… Vahşet dünyam gözlerimde yaşamaya devam ediyordu. Belki bazen onu da cansız hayal ediyordum. Hissediyor hatta korkuyordu belki de…Bekledim.. Annemin nasıl öldüğünü anlatacak mıydı? Damacanayı yerden kaldırdı. “Merak ettiğini sessizlikte bulursun.” dedi ve gitti. Çok yaklaşmıştım bilgiye. Anlatmamasına sinirleniyor, sakinliğine anlam veremiyordum. Hem merak ediyor hem de etmiyordum. Anneme öfkem dinmiyordu. Belki onun anlatacağı hikaye ile son bulacaktı öfkem. Odasında sakladığı kırmızı terliğin kime ait olduğunu öğrenmekten başka bir şey geçmemişti elime. Bir de annemin öfkesi… Sapyo’ya öfkeliydi belki de.. Belki onun yüzünden öldü. Çok canım yandı bunu düşününce. Gözlerime yaşlar geldi. Tuttum kendimi. Bir sonraki cümlelerine kadar beklemeliydim. Annemi öğrenmeliydim. Öfkesini, ölüm nedenini… Sapyo’nun yatağına oturup giydiği, anlam veremediğim kırmızı terliğin hikâyesini öğrenmeden Sapyo’yu siyaha gömmeyeceğime yemin ettim.
@muditadesign
Merhaba, ne yazıkki hikayeniz 350 kelime kuralına uymadığı için diskalifiye oldu. 🙂 Yine de katıldığınız için teşekkür ederim. 🙂
Yüzümdeki memnuniyetsiz ifade ile uzandığım yerden hızla kalktım. Sapyo’nun yanından hızla uzaklaşıp plajın batı tarafına doğru yöneldim. Aklımda ki tek düşünce az önce gördüğüm hülyayı gerçeğe dönüştürmekti. O ana kadar terliklerimi giymeyi unuttuğumu nasıl fark edememiştim? Ayaklarımın altı alevlerin üzerinde dans edercesine yanmaya başladı. Bu beni daha hızlı yürümeye zorluyordu. Varmak istediğim küçük kulübenin kapısına vardığımda, kapının sol yanında duran eski bir çift parmak arası terlik için bu kadar sevineceğim aklımın ucuna dahi gelmezdi. Yüzümdeki memnuniyetsiz ifade yerini tatlı olduğunu varsaydığım bir tebessüme bıraktı. Kapıyı açtım, içi sübye dolu damacanayı kaptığım gibi kayalıklara doğru koştum. Kayalıkların dibinde gezen, insan tenine zarar verebilecek dişlere sahip balık sürüleri olduğunu rehberimizin bize verdiği klavuzdan biliyordum. Kayaliklara vardığımda özgürlük meşalesini kaldırırcasına elimdeki damacanayı kaldırdım ve tüm sübyeleri mavi dalgalar ile buluşturdum. Aklımda çalan melodi biraz evvel ki hayalimden tanıdıktı. Merakla denize doğru baktım ve beklediğim gibi tüm deniz ebru sanatına nazire yaparcasına rengarenk olmuştu… (@yalcinkyz)
Sapyo bu söylemlerini devam ettirmeyi sürdürürken sinirimle beraber planlarım da artıyordu. Her şeyin doğal olarak öyle olduğunu söylerken iyilik ve kötülük yapmanın irade meselesi olduğunu ve insanın kendisinin seçtiğini göz ardı ediyordu.Bu durumu neden böyle kabul ettiğini anlayamıyordum.Sapyo’yla farklı dönemlerde farklı şeyler yaşıyor olmamız iyilik ve kötülüğü yapma seçeneğimizin olduğunu değiştirmiyordu ama o neden böyle düşünüyordu anlam veremiyordum. Aklıma gelen şeylerden birini gerçekleştirmeye karar vermiştim.Ama önce mahallemizin yaşlı bakkalı Edos amcaya yardım etmeye gitmeliydim.Edos amca çocukları evlendikten sonra ve eşi Samira teyze vefat ettikten sonra daha da yalnızlaşmıştı.Şimdi kendisi bir başına çalışarak zamanını geçirmeye çalışıyordu.Bende onun yanına gidip hem yardım ediyordum hem de yarı zamanlı çalışarak Edos amcanın gönlü olsun diye verebildiği kadar para kazanıyordum.Aynı zamanda müşterilerin istediği siparişleri kasalı bisikletimle evlerine götürüyordum.Bu benim yeni şeyleri keşfetmeme neden oluyordu.Keşfettiğim şeyler tabiki kötülük yapan insanlardı.Yola çıkmıştım ve siparişleri götürmeye başlamıştım.Bir yandan da gittiğim yerlerdeki insanların nasıl kişiler olduğunu anlamaya karar vermiştim.Beşinci siparişi götürüyordum,sipariş edilen eve vardığımda bahçesindeki yolun çamurlu olduğunu anlayamamıştım ve yere basmıştım.Ayakkabılarım çamura batmıştı ve ayaklarımı güçlükle kaldırıyordum.Ev sahibi balkondan bakıyordu ve bana sakın o şekilde apartmana girme diye bağırıyordu.Bana git şimdi ayakkabıları değiştirip gel demişti ama benim diğer siparişleri de zamanında götürmem gerekiyordu ki tüm siparişler bisiklete de sığmıyordu.İnip siz alabilir misiniz diye sorduğumda hayır sen getireceksin diye emir kipiyle karşılaştım ve bu durum beni sinirlendirmişti.Bakkala geri döndüm ve Edos amcaya durumu anlattım oda bana kenarda duran terlikleri vererek şimdilik bunları giyebilirsin dedi ama bu terliklerle iyice çamura batardım.Tekrar aynı yere gidecektim ama planımla beraber.Tekrar gittim ve bahçeyi komple damacana şişesindeki suyu dökerek çamura buladım ve terliklerle merdivenlerde ve apartamanda dolaştım.Sonra aşağı inerek pencereye çamurlu terliklerimden birini atarak oradan uzaklaştım.Terliğimi bilerek orada bırakmıştım şimdi tek terliğimle beraber bisikletimi hızlıca sürüyordum.Karşıma küçük bir çocuğu döven iki genç adam çıktı.Damacana şişesiyle onlara vurabileceğimi düşündüm ama onlar benden büyüktü bunu yapabilmem mümkün değildi.Bende önce çamurlu bir terliği atarak dikkatlerini dağıtıp daha sonra da damacana şişesini yan yatırıp yuvarlayıp onları yere düşürecektim.Planım işe yaramıştı ve bende bıçaksız veya kansız da insanları etrafa savurabileceğimi öğrenerek bundan sonra kötü insanlara karşı buna yönelik planlar yapmaya başlamıştım.Bu da meditasyonda kurduğum bir düşünceydi.(merve.kocakk)
Eve döndüm ki ne göreyim, kapının önünde dolu bir damacana. Zile basıp bulamayınca gittiler demek ki. Eve girip ayakkabılardan sonra giydiğim terliklerin rahatlığını yaşadım. Karnım da açıkmıştı. Damacanayı mutfak masasının yanına koydum. Buzdolabında da birşey yoktu. Yalnız yaşamak ne kadar da zor diye düşündüm. İki laf edecek kimsenin olmaması. Sonra içimden ne geliyorsa sanki yakın bir dost gibi damacanaya anlatmaya başladım. Bugün neler yaptım, neler düşündüm, hissettim. Soluksuz, tek nefeste… Sanki üzerimden bir ağırlık kalkmış gibi rahat hissettim kendimi. Ama sonra düşününce insan birkaç onaylama cümlesi de beklemiyor değildi de yani. Ses yok, öyle bakıyor karşıdaki. Sonunda dayanamayıp ayağımdaki terliği çıkarıp damacanaya fırlattım. Konuşmuştu, hem de nasıl. Hem de tüm mutfağa hitap edecek şekilde. Gürül gürül… O da rahatladı galiba. Esas temizlik için birazdan gelecek Aysel abla ne diyecekti bakalım, su basan evi görünce. Hayırlısı…
Evet gerçekten vaktim yoktu. Sonra döndüm Sapyo’ya baktım. Sadece keskin bakışlarım ve dudaklarımın yanından süzülen gülümsemem vardı. Sanki Sapyo anlamış gibi bana baktı. Bak Anura başarabilrisin. Şimdi sana vereceğim doğa sevinci ,yaşamın pınarı olan güzelim Şebboyların kokusunu içine çek ,derin bir uykuya dal. Uykuya dalarken ben başaracağım ben başaracağım ben başaracağım de. Unutma sen bir katil değilsin. O bıçakları insanları ,canlıları öldürmek için kullanma eline bir makas al ve doğayı güzelleştirmek için kullan. Kes hemde hiç durmadan kes ama insanları ,diğer canlıları değil.Sadece doğaya zarar veren kurumuş dalları kes, solmuş çiçekleri kes böylece doğa tekrar yeşersin. Hadi nasıl uyuyacağım diye düşünme iç şu şerbeti ve sonsuz güzellik uykusuna yat. Uyuuuuu Uyuuuuu Uyuuuuu
Anura sessizce bakmaktadır. Elindeki bıçaklar hala sallanmaktadır. Fırsattan istifade eden Şapyo şerbeti Anura’ ya içirir. Anura aniden sendeler ,gözleri kararır içinden bir ses uyu uyu uyuuuu der. Anura başını eğer ve ayakta uyumaya başlar. Günlerce ,haftalarca uyur ama uykusunda halen etrafa saçtığı gülücükleri ve elinde hareketlenen bıçak sesleri yüzünden akan kan izleri vardır. Evet Anura rüyasında halen kesmeye devam etmektedir. Haftalar sonra Anura tekrar uyanır . Kesmek kesmek istiyorum diye bağırır. Yanında bekleyen Sapyo ona tekrara şerbet içirir. Anura tekrar uyur. Aylarca devam eder. Aradan geçen on yıl boyunca hep aynı şeyler meydana gelir. İçirilen şerbet ve uyku, sonra yine Anura kalkar ve kesmek istediğini söyler. Sapyo 10 yıl sonrasında sadece bakar ve artık Anura’nın değişmeyeceğini düşünür. O anda Anura bağırarak ayağa fırlar hayır hayır ben yaşlanana kadar bekleyemem. Ancak yaşlanınca senin aklına uyabilrim ama ben o yaşa gelmeden sen ölürsün Sapyo . artık bırak beni kendi haşlime ben kesmekkkkk ,kan görmek istiyorum. Biliyor musun Sapyo rüyamda senide kestim. Hemde o kadar zevk aldım ki , evet evet bu düşünceler artık bitsin. Sona erdirelim bunu. Tek çare kaldı Sapyo beni bu azaptan ancak sen kurtarabilirsin. Sapyo’ya doğru yürür ve bıçağını sallar.Defalarca sallar.Sapyo’yu salata gibi doğrar ve sonra oturur kanlı elleriyle yavaşça yer. Sonra kalan şerbetin hepsini içer Anura tekrar uykuya dalar. Aradan kaç yıl geçmiştir bilinmez ama Anura tekrar uyandığında saçları ve sakalı uzamış ,bembeyaz olmuştur. Etrafa bakar ve kahkaha atar. Evet evet artık öldürmek istemiyorum. Yaşasın kurtuldum diye bağırır. Yere uzanarak tekrar uykuya dalar.
…O gün Sapyonun bir damacana şişesinin üzerine oturmuş meditasyon yaptığını gördüğümde, insanları vals eşliğinde nasıl bıçaklayabileceğimin planlarını yapıyordum. Onu öyle gördüğümde aklıma gelen ilk şey ‘Herhalde artık keçileri kaçırdı’’ oldu. O sırada Sapyo muhtemelen ‘’Bu yine ne yapıyor’ ’bakışımı görmüş olacak ki bana ‘’Hey Anura, orada öylece ne dikiliyorsun? Çabuk bana bir terlik getir’’ dedi. Terlik mi? Bu adam gerçekten de keçileri kaçırmış olmalıydı. Önce damacananın üstünde meditasyon yapmalar , benden terlik istemeler…. Hem ayrıca bu adam terlikle ne yapabilirdi ki? Böyle düşünürken Sapyonun çoktan bir terlik bulup ayağına giydiğini fark ettim. Şimdi bana ‘‘Hey Anura bak adam keçileri kaçırmamış. Cırcır olmamak için terlik istemiş’’ Dediğinizi duyar gibiyim. Belki öyledir, kim bilir? Ben sırık gibi dikilirken Sapyonun bana tekrar tekrar seslendiğini fark ettim. ‘’ Hey, Anura gel meditasyona katıl. Tek yapman gereken damacananın üstünde terlikle dengede durabilmen. Tabii terliği düşürmeden’’ Hemen merakla yanına gidip bende bir damacana buldum, ayağıma terliğimi geçirdim ve meditasyon yapmaya başladım. Terlik anında düştü. Ne bekliyordunuz ki? Daha sonra terliği alayım derken damacana kaydı ve… Dur bir dakika yerde değilim. Bu nasıl oldu ki? Sapyo benim kafamın karıştığını fark etmiş olacak ki bana’’ Düşmedin, aslında terlikte düşmemişti. Sadece damacananın üzerinde durmak ya da durmaya çalışmak aklını karıştırmış olacak ki düştün sandın.’’ Ve ekledi ‘’ Bu hayata gelme amacını düşünerek durmaya çalışmayı dene bir de’’ dedi. Bu hayata gelme amacım tabii ki insanları bıçaklayıp kanlarının son damlasına kadar aktığını görmek. Peki, bir düşünelim. Ben vals eşliğinde tüm insanların canlarını yavaşça, acı verici bir şekilde alıp ardından her tarafı kana bulayıp yok oluyorum. Ama sonra… Bir anda kan akıtma isteğim yok oluveriyor. Ve öldürdüğüm insanları öldürdüğüm için pişmanlık duyuyorum. Auch! Sanırım yere düştüm. Ama bu sefer gerçekten. ‘’Hey Sapyo nedense artık insanları öldürmek istemiyorum sanki… Sanki içimde kelebekler uçuşuyor gibi hissediyorum. Sapyo, ‘’ İç huzura ulaştın evlat. Bu saçma insan öldürme düşüncesini aştın. Sana gösterdiğim meditasyon tekniği sayesinde, artık daha iyi bir insansın. İyi birisi olmak ne zamandan beri bir damacana ve bir çift terlikle oluyor? Neyse sonuçta oldum değil mi? Sorgulamaya gerek yok!
@betulkoseogluoffical
“Zihninden geçenleri okuyorum Anura ama doğru düşünebilmen için seni ihtiyar hale getiremem” dedi. Madem okuyorsun, nasıl olurda bana hak vermezsin Sapyo? Her şey orada tüm çıplaklığıyla duruyor.İnsan adı altında toplanan rezillikler seni de düşündürmüyor mu?Tabi sen bir bilge olduğunu öne sürebilirsin.Peki beni yapmak istediklerimden alıkoyan ne? Denizlerin ve gökyüzünün olanca derinliğini gözlerinde toplamış gibi bakıyordu.”Seni alıkoyan Anura benim, bilgen. Sana doğru yolu göstermek için varım ” Oysa ben bakışındaki derinliğe daldıkça daha çok kayboluyordum. “Nefret ettiğin insanları düşün Anura. Şimdi karşında ben değil onlar var.İstediğini söylemekte özgürsün” Nefret ettiğim insanları mı? Yani tanımış olduklarımın her biri.Onları ufacık düşünmek bile damarlarımdaki kanı hızlandırıyor, beni yine hayallerime itiyordu.Bütün yüzler Sapyo’nun yaşlı suratında belirmeye başladı tek tek.”Anura konuş onlarla! Söyle içindekileri, onlarda bilsinler” Fakat ben bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. Elimdeki bıçak göz kırpar gibi parıldıyordu.Sapyo daha fazla katlanamayacağım! “Hayır, kendini kısıtlama,içinden geleni yap! Sana hayallerini gerçekleştirme imkanı sunuyorum. Kendini valsin akışınına bırak Anura!” Artık düşünmeyi sonlandırdım.Tüm düşüncelerde benimle birlikte dans etmeye başladı.Gözlerim kapalı, gelişigüzel savuruyordum elimdeki bıçağı.Savurduğum her darbeyle birlikte huzura ereceğim konusunda emindim.Oysa zevk almam gereken eseri görünce içimdeki her şey bana öyle tiksindirici geldi ki! Bu mümkün olamazdı! Sapyo gözden çıkarılan bir ağaç gibi balta vuruşlarının tersi yönünde yıkılmıştı.Vücudundan süzülen kanlar ahşap zeminde yayılıyordu.”Ahh Sapyo ne kadar yanılmışım!” Acı çektiğini gösteren ifadeden çok uzak bir memnuniyet sarmıştı Sapyo’nun yüzünü.”Bilgenin görevi Amura , senin her zaman doğru yolu bulmanı sağlamaktır.Her bilge, bedeli ne olursa olsun bilgeliğinin gereğini yapar” Utanç ve şaşkınlık içerisindeydim. ” Lütfen Sapyo, gitmeni istemiyorum” Sakince konuşmaya başladı bilgem “Sevgili Amura beni bulmak istiyorsan uzaklara değil kendi içine bakman yeterli.Çünkü ben senin zihninde bir yerlerde olacağım”Yavaşça tezgaha gittim.Musluktan gram su akmadığını fark edince damacanada kalan suyla temizledim ellerimi.Sapyo’nun ihtiyar bedeniyle kanlı bıçak biraz sonra kayboldu.
Derin nefes al.. Ver…
Müziğin bitmesiyle hafif bir uykudan uyanır gibi açtım gözlerimi.Meditasyona başladığımdan beri ilerlememi her dersin sonunda daha iyi anlıyordum.Matımdan huzurla ayrıldım, yumuşacık terliklerimi ayağıma geçirdim. Ilık rüzgar ve davetkar dalga sesleriyle denize doğru ilerledim..
Instagram: @beyzasenelll
Kendimi dönüp içime bakar halde bulduğum anlardaysa kafamda Shostakovich, kaldığı yerden çalmaya devam ediyordu. Affedemediklerimi düşündüğüm insanlar için alınan derin nefeslerin yerini öfkeli bırakışlara devrettiği bir kısır döngünün ortasındaydı benliğim. Neyse ki Sapyo ile aramdaki farklılıkları erkenden idrak etmiştim ve zihnimde onu bıçakla kovalamaktan uzun zaman önce vazgeçmiştim. Bu da bir başlangıç sayılırdı. Bellek yavaş yavaş çözülüyordu tanıdıkça. Henüz kabul edemiyordum kendimi ve diğerlerini. Fakat bilinmeyene dair uzun bir arayış yolculuğuna çıktığım aşikardı. Tam içimdeki olgunluğu olduğu gibi kucaklarken kapı çaldı. Delikten baktım. Esmerce bir delikanlı sıcaktan terlemiş, şakaklarından ter damlacıkları süzülürken hızlı hızlı soluyordu.
Sırtına yüklendiği damacanayı indirmek için kapının açılmasını bekliyordu belli ki. İçme sularının böyle paketlenip evlere servis edilene kadar hiçbir insana bu kadar acı çektirdiği görülmemiştir diye düşündüm. Başka şeyler de düşünüyordum. Ne kadar süre geçtiğini bilmiyorum ama onu uzun bir süre beklettiğim kapı açıldıktan sonra verdiği derin nefesten anlaşılıyordu. Sıcağa, tere ya da insanlara; belki de insan olmaya karşı bir öfkenin parıltısı vardı gözlerinin ta içinde. Hiç dinlemiş midir bilmiyorum ama bence onun da kafasında Shostakovich çalıyordu o an. Yakın sayılırdık. Eğilirken alnından süzülen ter damlacıkları şıpıdık terliklerimin ayırdığı başparmağıma pıt diye düşüverdi. Tahminimce o an zihinlerimizde, çalan şarkıya uyumlanacak birer bıçak beliriverdi. Yaşamındaki utanç ve öfke anlarını başkalarıyla ortak deneyimlediğin o katlanılmaz hissi bin parçaya bölmek için. Çok garip. Öfkenin bana özgü olmadığını idrak ettiren şey; saatlerce oturulan bir meditasyon yerine bir başkasına ait ter damlacığının terliğime akması olmuştu. Delikanlı, az önceki sahne hiç yaşanmamış gibi boş damacanayı usulca aldı ve ağır çekimde gelişini geriye sardı. Dehşetli ama tamamen insana özgü. Tıpkı bir Shostakovich parçası gibi.
(sonkafautucu)
Etrafımdaki herkesi suçladığım gibi kendimi de suçlamaktan vazgeçmiyordum. Sanki dünyayı sona sürükleyen benmişim gibi yaptığım hareketler sinirimi bozarak beynimi meşgul etmekten vazgeçmiyordu. Hatta bazen damacanadan su doldururken taşırdığım su damlalarını büyük bir kayıp olarak görüyor, bir depo gibi yoğun olan zihnimde suların çekildiği ve çöl haline gelen dünyayı düşünüyordum. Tüm evrenin yükünü sırtıma alıp, oluşan büyük kamburumla odama doğru ilerledim. Kendimi sonsuz bir boşluk olarak gördüğüm yatağıma bıraktım. Çünkü ne zaman yatağıma uzansam aklımda dolaşan türlü düşünceler beni bu yataktan alıp sonsuzluğa götürürdü. Gözlerimi tavana dikmiş, boş boş bakarken bir anda tıkırtılar duydum. Kafamı kaldırıp baktığımda, köşede yapayalnız duran terliklerim hareket ederek bana yaklaştı. ‘’Hey sen, miskin miskin oturmaktan ne zaman vazgeçeceksin’’ dedi. Gözlerime inanamıyordum, az önce benimle konuşan yıllardır seyahatlerimde giydiğim terliklerim miydi ben mi yanlış görüyordum? Kafamı iki tarafa sallayıp tekrar baktım. Hâla olduğu yerde durup bana bakıyordu. ‘’ Niye şaşırıyorsun? Tabii ki ben konuşuyorum. Ayrıca beni bu kadar çabuk unutmuş olamazsın. En son gittiğimiz Tayland’daki Khao San Caddesi’nde yaptığımız gezintileri hatırlamıyor musun? Ben burada beklemekten, kös kös oturmaktan çok sıkıldım. Artık kalk, yollar seni ve beni bekliyor. ‘’ dedi. Ben de daha fazla bir yere sabit kalarak yaşayamayacağımın farkındaydım. Yataktan fırladığım gibi terliklerimi ayağıma geçirip, sırt çantamı alarak tam odamın kapısını açıyordum ki bir anda sarsılarak uyandım. Hemen dönüp yere baktığımda ne konuşan terlikler vardı ne de en ufak hareket. Pencereyi açıp baktığımda uyarılar yapan polis araçlarını görerek gerçek dünyaya tamamen döndüm. Bu sefer ben terliklerime doğru ilerleyerek ona dedim ki: ‘’ Bir süre daha buradayız be gülüm.’’ (@bbusrasaygin)
Sapyo’nun sabrına sahip olmak için Sapyo kadar ihtiyar olmak gerekirdi ama ben bu kadar ihtiyar olmadığım gibi o kadar vaktim de yoktu.
Bence vaktim olsa bile onun gibi düşünmek, sabretmek istemezdim. Bana göre o herşeye pembe gözlüklerinden bakan bir ihtiyardı. Bense insanlardan nefret ediyordum. Kimse benim gibi hayatın gerçeklerini göremezdi. Bence görmeliler. Kimse benim önceden düştüğün hale düşmemeliler. Çok iyi hatırlıyorum. Tam 2 ay odama kapanmıştım. Sadece ihtiyaçlarımızı görmek için dışarı çıkıyordum. Yatağıma her yattığımda ona çektireceğim acıları düşünüyordum. Ona o bıçak darbelerini hissettirmek. Kafasına bir gökdelenin tepesinden ağzına kadar dolu bir damacana atmak istiyordum. Ya da ona istediğim kadar şiddetle terlik fırlatmak istiyordum. Evet terlik ve damacana bence çok güzel bir fikir. Neden mi bunları yapacağım ona. Çünkü beni aldattı. Evet daha yeni evliydik. 2 aylık. Bir gün anladım herşeyi. Sonra gerisi malum. Nefret ettim herkesten sonra da kurduğum bu hayalleri meditasyonla gerçekleştirmeyi düşündüm. Ve ani bir kararla meditasyon yapmaya başladım. Sonra hemen bir meditasyon atölyesine gidip kayıt yaptırdım. Ve sonraki gün hemen kursa başladım. Oradaki hoca sürekli gözlerinizi kapatın çiçek kokularını hayal edin. Ormanda hayal edin kendinizi. Herkese güzel ve hoşgörülü davranın gibi saçma sapan şeyler söylüyordu. O gün daha çok nefret ettim herkesten. Ve artık kendi düşüncelerimi hayal ederek yaptım meditasyonumu. Bu beni gerçekten çok rahatlatıyordu. Belki de bu hayalim bir gün gerçek olacaktır.
5 AY SONRA(YAZARIN ANLATIMIYLA)
Saçı başı dağınık bir şekilde tek kişilik hücrenin içindeki eski bir yatağın üstünde oturuyordu Anura. O an aklına geldikçe gülümsüyordu bir katil edasıyla. Çok güzel yaptım. Bir daha o anı yaşama imkanım olsa zevkle yaparım diyordu içinden. Bunun normal olmadığını kendiside biliyordu. Ama içini rahatlatıyordu bunları söylemek. İstediği tüm hayallerini gerçekleştirmişti. Bütün hayalleri gerçek olmuştu. Damacana, terlik ve bıçağın başrol oynadığı hikayesi gerçek olmuştu. Bir gün eve çağırdı eski eşini Anura. Barışmak ve yeni bir şans vermek hakkında konuşalım demişti. Bir meyve bıçağı su dolu bir damacana ve terlikler. Hepsi koltuğun yanındaydı. Sabırsızlanıyordu. Ve eski eşi zili çaldığı zaman kocaman bir gülümseme belirdi suratında. Hemen kapıyı açtı. Ve salona döndü. Eşi kapıdan girdiği an damacanayı kaldırıp kafasına fırlattı. Sonra meyve bıçağını aldı. Ona biraz daha acı çektirmek istedi. Ama çoktan ölmüştü. Terlikleri ayağına giydi. Ve terliklerin altını eski eşinin kanıyla yıkadı. Ve o terliği hiç yanından ayırmadı. İşte bu yüzden cezaevindeydi.
İçinden o gün gülerek dedi ki;
“Bu daha bir başlangıç…”
g mail adresim:zehrasal945@gmail.com
Ne yazık ki hikayeniz 350 kelime kuralına uymadığı için değerlendirmeye alınmadı. Ama bu güzel hikayeyi bizimle paylaştığınız için yine de teşekkür ederiz.
O kadar vaktim yok derken zaman benim için her zaman anlardan ibaret olmuştu. Gelecek planları, 10 yıl sonra nerede olacaksın zırvalıkları bana göre hiç bir zaman olmadı. Aslında bu noktada, yoga öğretilerine çok uygunum. Anlarda kalma olayı büyük bir öğretidir herkes yapamaz ama ben hiç bir şekilde kendimi salamamam, bırakamamam. Yapamam.
Her anın o kadarda içindeyim ki salmak sanki tümden kontrolü yitirmek gibi. Kontrolsüz olmak bana kalırsa en tehlikeli şeydi bu hayatta. Kurduğum ufak çaplı tatmin edici hikayeler kontrollümde gerçekleşmese ne olurdu kim bilir? Kontrol edemezsem belki de o küçük yasak zevklerim gerçek hayatta bedenlere bürünür ve beni içine çekerdi. Çekseler ne olur ki? Özgürce yaşayabileceğim bir hayatım olurdu. Sanki rüyadaymışçasına düşünmeden hareket ederdim, huzurla dans ederdim. ‘Belki de o zaman yoganın hakkını verirdim’ dediğimi sesli bir şekilde söylediğimi Sapyo ‘bana mı seslendin’ dedikten sonra anladım. ‘Hayır sadece sesli düşündüm.’
Sesli düşündüm.. Bu noktada içimdeki öfkeyle nasıl baş edebileceğimi farkeder gibiydim. Bazı şeyleri sesli yapmalıydım. Sesli. İçimdeki kontrolsüz kontrol manyağını belki de seslendirmeliydim. Bana bir numara küçük gelen terliklerimi giyip dışarıya attım kendimi. Terliklerin küçük olması ayak topuklarımı acıtıyordu. Bir noktada keyif verdiği için giymeyi bırakmıyor ya da yeni bir tane almıyordum. Her ayağımı bastığımda orda kendini hatırlatan bir duygu vardı. Her ayağımı yere bastığımda acı diyordum içimden. Acı kimilerine göre mutluluk kadar dokunulamaz ama bir o kadar da hayatın içindendi ve aslında geriye dönüp baktığımızda mutluluklar değil acılardı baki kalan. Düşüncelerimi kontrol etmek için sesler çıkartmaya başlamam gerekiyordu dikkatimi normal gerçekliğimizde, yaşamaya karar verdiğim hayatımda tutmam gerekiyordu yoksa gerçekten birilerine acı ya da zarar vermekten korkuyor gibiydim… Korkmam gerekiyordu. Gördüklerimin isimlerini söylememin kafamı meşgul edebilmek için iyi bir yöntem olabileceğini düşündüm. Derin bir nefesle, sesli bir şekilde…
Gökyüzü, güneş, çocuklar, su, damacana, sahil, bisiklet, kırmızı, kan, öfke, acı, ölüm, kontrol, kontrol, kontrol…
@merveguunc
Bir yanım öfkemin beni yücelttiğine inansa da bir yanım ondan kurtulmak huzura kavuşmak istiyordu. Bu yüzden meditasyona başlıyor, bir damacana suyu her biri farklı renkte su şişelerine doldurup bitirmeye söz veriyor ve bu yüzden her gece alarmımı ertesi sabah saat altıya kuruyordum. Ne başladığım kurslara devam edebiliyor ne yeterince su içebiliyor ne de öfkemi dindirebiliyordum. Eğer bir şey anlamsız geliyorsa onu nasıl kabul edebilir, ne ile kandırabilirdimki kendimi? Hitler ile aynı odada olup onu öldürmeyecek kadar sakin kalmak için neyi kabullenmek gerektiğini anlayamıyordum. Hitleri mi? Zor çocukluğunu mu? Kötü insanların yaptığı şeyleri neden yaptıklarını mı? Bizim de küçükken suratımızda terlikler patlıyordu ama götürüp geri veriyorduk. Tüm bunları milisaniyede düşünebilen bir beyne sahipken meditasyon bende işe yarar mıydı gerçekten? Sapyo “düşüncelerimiz nehirde yüzen çalılar gibi akıntıya kapılıp uzaklaşıyor” deyince daha fazla dayanamayıp ayağa kalktım. Üzerine atlayıp “Gel de benimkileri uzaklaştır!” demek istiyordum. Onun yerine sakince az önce öldürmek istediğim insanları rahatsız etmeden parmak uçlarımda salonu terk ettim.
Meditasyon sırasında insanlara savurduğum bıçak darbelerini her an kendim için de savurabilirdim. Sapyo, bu delice fikrimi gözlerimden okumuş olacak ki şimdi bana dehşetle bakıyordu. Bir anda hızlı adımlarla içeri doğru koştu. Gerçekten anlamış olabilir miydi ne düşündüğümü? Anlamış olmasını ümit ederek bana bir bıçak getirmesini hayal ediyordum ama damacana pompasının sesi geliyordu. Biraz sonra elinde bir bardak suyla terliklerini sürüye sürüye yanıma geldi. “İç şunu, delice düşünmeyi de bırakmalısın.” “Hayat güzelliklerle dolu ve yaptığın meditasyonun amacı da bu.” Sapyo, insanların hayatın güzelliklerini öldürdüğünü bilmiyor muydu? Ah, onun bu sakinliği beni öldürüyordu. Galiba kendime bıçak savurmama gerek kalmayacak yakında Sapyo’nun sakinliği beni öldürmüş olacaktı. Ona, bir katil olacağını söylemeli miydim? Sakinliğini silah olarak kullanan soğukkanlı, bilge bir katil!
“İzin verir misin?” dedi Sapyo.
“Tabi.”
Terliklerini çıkarıp üzerinde oturduğum mata lotus oturuşuyla oturdu. Geçen haftaki dersten aklımda kalanlardan biri de bu oturuştu. Her halinden dinginlik, sakinlik ve huzur akıyordu. Anlayamıyordum. Ben bütün insanları yok etmek isterken, ki kendim de dahil, Sapyo’nun bu sakinliği anlaşılmaz geliyordu. “Anura,” dedi “Bir sivrisineğin doğası insanı ısırmaktır, buradan beslenir, bu kanla doyar. Ona seni ısırdığı için kızabilir misin?” “Evet, kızarım” diyordum içimden “Hem de ne kızma! Bir elime geçirsem, o içtiği kanı burnundan getiririm,” diyordum ama Sapyo’nun beklediği cevap bu değildi “Hayır,”dedim “Kızamam”. “Öyleyse insanlara da kızmamalısın. Çünkü onların doğasında da ego var, hırs var. Hepsi birbirinden üstün olmak için bir diğerini ezmesi gerektiğini düşünüyor. Kalbini kırıyor.” “Hayır Sapyo, kalbini kırmıyor. O kalbi parçalıyor, eziyor, paramparça olana kadar, oradan bir daha hiçbir çiçeğin yeşeremeyeceğini anlayana kadar üzerinde tepiniyor insanlar. İnsanlar çok kötü Sapyo. Bu onların doğası mı bilmiyorum ama artık benim doğam. Buna yemin edebilirim Sapyo. İnsanlardan intikam alacağıma yemin edebilirim.” Sapyo’nun gözleri büyümüş oturuşu değişmişti. Gergindi ve ne diyeceğini bilemez haldeydi. Bana getirdiği suyu şimdi kendisi içiyor ve duyduklarını sindirmeye çalışıyordu. Titreyen elleri güçsüzlükle bardağı düşürdü. Kırılan parçaları toplamaya başladı. Eline batan bir cam parçası canını yakmış olacaktı. “Ah!” dedi. Kanı görünce göz bebeklerim büyümüştü. İflah olmayacağımı anlamış olacak ki “Hadi,” dedi “Kalk matını topla da içeri geçelim.” Kanayan elini göle uzatmış damlayacak kanı göle bırakmıştı. Resim tamamlandı. Göl kırmızıya boyandı ama yine masum biri kanadı. @duyguuysal60
Üçüncü evre kanserim tedaviye yanıt vermiyordu ve büyük bir hızla ebedi aleme doğru koşuyordum. Vaktim gittikçe azalıyordu ve hiçbir şey yapmak istemeyen kararlılığım, ‘aile’ kavramının güçlü ısrarında eriyordu. Bu kıytırık atölyenin safsata dolu meditasyonlarına böylece dahil olmuştum.
Kel kafamdaki bandanayı düzeltirken, bir yandan da Sapyo’nun gerzek suratına anlamsızca bakıyordum. Zor yakalayabildiğim, kanlı ama huzurlu düşümü bozduğu için, şimdi esas ben doğasına uyan bir aslan gibi onun üstüne atlayabilir, geyik gibi bakan durgun gözlerinin yaşına bakmadan sabırlı gövdesinde birkaç delik açabilirdim. Ama bunu yapmıyor, düş dünyama dönmek istiyordum. Gözlerimi kapattım.
Şimdi, Shostakovich piyanosunun başında 2 numaralı valsi çalıyor, yuvarlak gözlüklerinden şaşırmış olduğu daha net anlaşılıyordu. Kendi hayalimde onu rahatsız etmenin huzursuzluğuyla gereksiz bir selam verdim. İzin ister gibi bakışlarımla önümde uzanan gölü işaret ettim. O, kafasını notaya gömüp çalmaya devam etti. Bunu fırsat bilerek cinayet işlemeye devam ettim.
Hep tatlı su kaynaklarının yanında gidiyor, saf parlak bir kırmızıyla renklenmelerini bir ressam hayranlığıyla seyredip, mavinin azalmasını gururla izliyordum. Mümkün olan tüm mavileri boyamak sanki tek hedefimdi. Akarsulardan sonra denizlere yöneldim. Kuru yük gemilerini insanlarla doldurup kurduğum düzenekle bıçaklar fırlattım. Koca deniz, hatta okyanuslar kıpkırmızı oldu. Sonunda yoruldum ama yılmadım. Eve su sipariş edip sucuyu deştim; böylece damacana bile kırmızıya boyandı.
Ağır çekimde tarifsiz bir mutluluk yaşıyordum ki, müzik birden sustu. Belki besteci, bilmem kaçıncı kez en baştan çaldığı parçadan, belki de cinayetlerden bezmiş, valsi durdurmuştu. Koltuğa yayılmış 2. sayfa gazete haberlerini okuyordu. Bir çift terlik alıp ayak ucuna bıraktım ve arkasına yaslanan besteciye çay yapmak için mutfağa gittim.
Şimdi kapının bir ormana açıldığını dehşetle görüyordum. Tüm suların rengi gittikçe mavileşiyordu. Bir geyik aslan avlamaya gidiyordu. Sucu, acemice piyano çalıyordu. Ve kel kafamda zayıf bir tel saç çıkıyor, içim umutla doluyordu.
Gözüm kapalı olsa da, sinir bozucu bir ihtiyar siluetinin önünden geçtiğini hissediyordum. Belki de o kadar sinir bozucu değil, bilmiyorum. Şimdi, Sapyo’yu olduğu gibi kabul etmeyi deniyorum.
Derin nefes al… Derin nefes ver… Nefesine odaklan… Sakince… Huzurla… Kendimi seviyorum… Derin nefes al… Derin nefes ver… Kendimi ve herkesi affediyorum… Derin nefes al… Derin nefes ver… Herkesi olduğu gibi kabul ediyorum… Derin nefes al… Derin nefes ver… Nefesine odaklan… Yapabilirsin…
(@esererdost)
Onun için kolay tabii. Peki ya ben!
Derin nefes al… Derin nefes ver… Nefesine odaklan… Sakince… Huzurla… Kendimi seviyorum… Derin nefes al… Derin nefes ver… Kendimi ve herkesi affediyorum…
Ama gözlerimi kapatır kapatmaz zihnimde yine o görüntüler canlanıyor. Elimde bıçak herkesi deşiyorum; tabii ki vals eşliğinde. Peki ama Sapyo haklı olabilir mi? İnsanları suçlamamalı mıyım? Elbette ki haklı değil. Aslan geyiği avlamak zorunda. Ya insanlar?.. Onlar neden yapıyor bu kötülükleri? Hayatta kalmak için mi? Tam bir saçmalık. İşte bu düşünceden sonra daha çok zevk alıyorum insanları deşmekten. Sonra bir anda bir şey fark ettim. Bu insanlar, kızıl saçları, yeşil gözleriyle; hepsi aynı kişi. Biraz zorlayınca zihnimi kim olduklarını anlıyorum.
Bu düşünceden sonra o an canlandı gözümde. Ben sekiz yaşındayken, henüz küçük bir çocukken! Derme çatma evimizin derme çatma çatısından sular damlıyor yere. Annem sobayı yakıyor, dışarıdaki yağmur sesleri eşliğinde öpüyor yüzümün her yanını. Sonra beni kucağına alıp tek odalı evimizin köşesindeki yatağa yerleştiriyor. Zaten bu yataktan başka bir şeyimizde yok. Su sesleri ve sobada yanan odunların çıkardığı “çıt” sesleri ile beraber annemin terliklerinin çıkardığı sesleri duyuyorum. Damacanın düğmesine basa basa bir bardak su dolduruyor. Sonra bardağı bana uzatıyor. Ilık suyu içtikten sonra uykuya dalıyorum. Bir süre sonra uyanıyorum. Etraf sessiz. “Anne” diye sesleniyorum. Cevap yok. Sonra Dmitri Shostokovich çalıyor: ikinci vals! Kapıdan Sapyo giriyor. Tabii sakalları kısa o zamanlar. “Annem nerede?” diyorum. “Annen gitti” diyor. Gözümden bir damla yaş akıyor. Sonra duvardaki resme bakıyorum; annemin kızıl saçlarına. Yeşil gözleri bana bakıyor. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyorum. Karşı binadaki şişman adam ikinci valsi dinlemeyi bırakana kadar.
Elimde bıçak… Kızıl saçlar, yeşil gözler… Sapyo haklı olabilir mi? Elbette hayır. Elbette deşeceğim hepsini. Nefret ediyorum hepsinden. Aslan geyiği avlamak zorunda. Ama ann… Yani insanlar… Neden?
Neyse! Kendimi ve herkesi affediyorum… Derin nefes al… Derin nefes ver… Herkesi olduğu gibi kabul ediyorum… Derin nefes al… Derin nefes ver… Nefesine odaklan… Yapabilirsin…
ysfblt2001
… diye düşünürken ayağa kalktı, etrafına bakarak her şeyin yerli yerinde ve düzenli olup olmadığını kontrol ettikten sonra terliklerini çıkarıp düzgünce her zamanki yerine koydu. Kabul etmek düşüncesi onun için içi boş bir damacana gibiydi. Derin bir karın nefesi aldı, kafasına dayadığı silahı nefesini boşaltırken ateşledi ve kan damlacıkları tatlı suyun yüzeyinde dansına devam etti.
@dengeodasi
Oysa benim yaşlarımdayken neler yaptığını ikimiz de biliyorduk. Koğuşta geçen uzun gecelerde günah çıkarttığı kişiydim. Başkalaşım çabasıyla karşıma geçip nutuk vermesi içimde küfretme isteği uyandırıyordu. Anlaşmamızda bu yasaktı.
“S*ktir!”
Lafımı duymamış göründü. Sahteydi. Hafifçe titreyen kaşı altındaki gözlerini bana odaklamamak için elindeki papatyayı sıkıyordu. İşine gelmiyordu, ne yapabilirdi ki? Bana gerçekten karşı gelebilecek gücü var mıydı? Yine de temkinliydim.
Çöpün kenarındaki bir poşetten aldığı kıyafetlerinin sahibini hayal edebiliyordum. Tek istediği pantolonunun ütüsü bozulmadan göçüp gitmek olan gariban bir beyefendi. Kıyafet orta kalitedeydi. Ama adamın yapayalnızlığını gösteren bazı sökükleri barındırıyordu. Hatırlanmak için bayramları bekleyen bir dedecik. Gece yarısı pörsümüş uykularından uyanıp mutfaktaki damacanaya yürürken terliklerinin çıkardığı sesi ihtiyarın yere vurduğu ayağından duyabiliyordum. Gerginliğini gizliyordu. Yoksa içinde öldürdüğünü sandığın nefret katledemeyeceğin tek kurbanın mı çıktı ihtiyar?
Ceketinin cebine uzandı.
“Al”
“Bu ne?”
“Okursun”
Mektubu yatay bir hareketle nehre fırlattım. Yetişip geri almak ister gibi kıpırdandı ve durdu. Gözleri daldı. Okumak? Hangi akla hizmet kendisini buna değer görüyordu?
“Sen benim oğlum gibisin, Anura..”
Midem bulandı.
“Sana söylemem gerekir. Bu başkalaşım işi… Beni iyi biliyorsun. O yüzden bazı cümleleri es geçiyorum.”
İlgimi hafiften çekmeye başlamıştı ki durakladı. Küflü bir ekmeği andıran parmak ucuyla gözünü sertçe ovaladı. Acınasıydı. Keyiflendim.
“Devam et dememi bekliyorsan çok beklersin.”
Bana diktiği gözlerinde hortum gibi dönen bıçağımın açamayacağı kadar çok kırmızı çizik vardı.
“Dayanamıyorum.” Hıçkırdı.
Kollarımı alayla uzatıp dolandığımda beni itti. Bir kahkaha patlattım.
“Üzülme ihtiyar.” Diyordum kalkarken. “Haftaya daha içimizdeki mutluluğu bulacağız.” Genizden bir hırıltıyla fışkıran tükürüğüm çimlere yapışırken kalkıp yürümeye başladı.
“Hey! Ceketini unuttun” Gülerek yerdeki ceketi tekmeleyip ona doğru fırlattım. Cebinden süzülen kağıt, güneşin altında bir doğum lekesi kadar karaydı. Elimi alnıma siper edip kaşlarımı çattım. Gözlerim ayrıntılarında gezinirken terleyen elimi, derimi söküp atmak isteğiyle yüzüme, kollarıma kenetliyordum.
Ceketi kurcaladım. İçinde nehre attığıma benzer, farklı boyut ve eskilikteki zarflar buldum. Delirmiş gibi yırtıyor, içindekileri gözlerimle tarıyordum. Aklımla kontrolüm, ağzımdan alev gibi nefeslerle akıp bedenimden uzaklaşıyordu. Titreyerek çöküp bir pelte gibi devrildim.
“Bu nehir benim yeni hapishanem olacak. Yine içeri alındığında benim hakkımda çok da yanılmış sayılmayacaksın. O gördüğün, kanını soluduğum ilk kişi, hayırlı bir nedenin kurbanıydı. Bense yanılan adaletin. İkimiz de yine evimize dönüyoruz.” (…)
“Cehenneme.”
sun__eye
Sapyo’nun benden herhangi bir tepki bekliyormuşçasına yüzüme baktığını hissediyordum. Belki öfkeli bir kelime ya da sakin bir cümle… Fakat sustum. Belki de benden beklediği bir suskunluktu. Ne de olsa bilge olan oydu. Beni yıllardır tanıyordu ve korkarım ki beni benden daha iyi tanıyordu.
Sahi, affedebilir miydim o kadar kolay? Yüzüme gülüp arkamdan iş çeviren onlarca, belki de yüzlerce insanı? Beni küçücükken büyükannemle yaşamak için bu okyanus kıyısı kasabaya mahkûm etmiş annemle babamı mı affedecektim? Henüz beş yaşımda bile değilken pazaryerinde yaşlı bir kadını yanlışlıkla düşürdüm diye bana tokan atan adamı mı affedecektim? Okulda ödevlerini yetiştiremeyen arkadaşlarıma beni daha çok sevsinler diye yardım etmiştim ben oysa. Onlar okul bittiğinde beni tanımamışlardı bile. En yakın akrabalarımın en zor günlerimde beni arayıp sormamalarını mı affedecektim? Bir gün acilen kapı önüne inmem gerekmişti. Komşumuz Vera’nın terliklerini ayağıma geçirmiştim aceleyle. Aksilik bu ya kopacağı tutmuştu tekinin. Aynısından bulamadım diye azar yediğim bu kadını mı affedecektim? Ne zaman karşılaşsak o delici bakışlarını saplıyor. Bin terlik de döksem önüne, asla unutmayacak.
Derin bir nefes alıyorum. Aklımda yine aynı valsin ezgileri. Sapyo beni kendimle bırakarak geldiği gibi sessizce uzaklaşıyor. Arkasından bakıyorum. Sanki bin yaşındaymış gibi geliyor.
Negatif yüklerimden bir nebze olsun kurtulabilmek için kayalıklara gitmem gerek. Limon ağacının altına gelişigüzel bıraktığım şapkamı alarak yürümeye başlıyorum. Bitişik komşumuz Dafne yine kendine has ritüellerine başlamış anlaşılan. Bahçe kapısında durup onu izliyorum. Bahçenin tam ortasına oturmuş, ellerini güneşe doğru tutuyor. Gözleri açık olsaydı muhtemelen onu izliyor olmayacaktım. Yanında parlayan bir şey var. Uzaktan da olsa gözümü alıyor. Tabi, başka ne olabilir ki? Yarıya kadar su dolu damacana içerisine olumlu enerjisini gönderiyor yine. Bu kadına gerçekten hayran olmamak imkânsız. Bu yaşında bu kadar enerjiyi şifalı sularından başka nerden bulabilir?
“Anura, sen misin?” diyor arkamdan biri. Utanmayla karışık bir gülümseme gönderiyorum Ares’e.
“Nerelerdeydin bunca zaman? Çok özledim seni,” diyerek boynuna sarılıyorum.
“Dün geldim, sana geliyordum, sürpriz yapacaktım ama evde olmadığını söyledi büyükannen. Ben de seni çok özledim.”
Benim naif, düşünceli, fedakâr çocukluk arkadaşım. Beni çıkarsız sevdiğinden emin olduğum az sayıda insandan biri. Dünyalara bedel bir hediye oldu gelişin şimdi. Üstelik tam da bugünümde. ..
“Nereye böyle?” diye soruyor. “Kayalıklara,” diyorum. “Beraber gidelim mi?”
“Sen öyle yap ihtiyar! Bana karışma!” deyip gülümseyerek kapatmış göründüğüm konuya koridorun sonunda kıyafetimi değiştirirken beynimde devam ediyordum.
Ne yani! Etrafımdaki her şeye bir gözlemci gibi bakarak mı yaşayacağım hayatı? Herkes “sözde” doğasında var olanı yaparken benim yapmam gereken sadece anlamaya çalışmak mı? Onlar bencilleşirken, kabalaşırken ,zaaflarına yenilirken, nefret saçarken…Belki Sapyo kadar sınırsızca anlayışlı olanlar yüzünden insanlar bu kadar ileri gidebiliyor. Hatta belki anlayış da değil bu. Belki bir şeyleri değiştiremedikçe yerleşen bir kabulleniş, belki atalet,belki de her şeyin evrilebileceği güzelliğe karşı körleşmek… Of! Tanıdıkça bilgeliğinde aydınlanacağımı ,ondan öğrendiklerimle hayatı biraz daha anlayacağımı sandığım Sapyo da mı sıradanlaşıyor gözümde? “Umarım yanılıyorumdur koca adam” diye mırıldandım belirsizce. Bitmiş olduğunu kabullenmeyerek yanımda taşıdığım açık pembe ruja parmağımı daldırıp dudağıma sürmeye çalışırken bir gürültüyle sıçradım. İçeri koştuğumda sokak kapısının önünde dikilen Sapyo gözünü kaçırıverdi. “Tam iki saat önce yenisini getirmeliydiler.” diyerek birkaç adım attı ve az önce tekmelediği damacanayı sükunetle tekrar kapının önüne koydu. Hızla ona yanaşıp boynuna sarıldım. Sonra aynı hızda içerde kalan çantamı almaya giderken bir yandan ona bağırıyordum. “işte ihtiyar; ne sen düşündüğün kadar sabırlı ve sakinsin ne de ben düşlerimdeki kadar cani, dediğin gibi sadece insanız”
Bu sözleri öylesine basitçe söylemiştim ki asıl anlamını bir kaç gün sonra bulacağını asla bilemezdim ve neler hissedeceğimi. Ben annem gibi erkenden unutmaya programlanmış genlerimi de alıp bunayacağım zaman gelinceye kadar iyi bildiğim ne varsa öğretmeye çabalayacaktım elbette. Bir öğretmenin kötülüğü yok etmesi başka nasıl olabilirdi ki?
Cumartesi akşam yemeği için ihtiyarın evine doğru yürüyordum.Şef edasıyla yapmaya soyunacağım tatlının tarifini son bir kez daha telefondan okumaya çalışarak köşeyi döndüm ve bir uğultunun içine daldım. Sapyo bir ayağı çıplak öbür ayağında yeşil ekose terliğiyle sokağın ortasında yere oturmuştu. Kan sıçramış dudaklarıyla dizinde yatan yaralı kadına bir şeyler fısıldayıp rahatlatmaya çalışıyordu. Sonra birden başını kaldırıp o kalabalığın içinde direk benim bakışlarımı buldu gözleri. Koştum hemen ,yanına çöktüm dizlerimin üstüne. O an farkedebildim bir adım solunda yatan cesedi ve terliğinin öbür tekini. Sonra bana doğru eğildi Sapyo ve şöyle söyledi:
“Evet Anura, öldürdüm ama o insan falan değildi. Ona saplı bıçak birkaç dakika önce bu kadınının boynuna dayanmıştı çünkü…”
Eğitimimizin 3. ayına gelmiştik ve hala aynı şeyleri tekrar ediyorduk; yat,kalk, meditasyon yap, damacana ile nehirden su taşı, narın parçaları yere düşmeyecek şekilde kabuğunu çıkar, meditasyon yap, su taşı,yat… Yanlış mı yapıyordu herkes de tekrar tekrar aynı şeyi yapıyorduk yoksa buradaki herkes Marco Paşa’ydı da ben mi sabırsızdım ? Gün geçtikçe zihnimde canlandırdığım bıçak darbelerini daha canlı hissediyordum. Meditasyon esnasında artık ellerimi bıçakları çevirir gibi çeviriyordum. Estetik darbeler ve vals benim için Laurel ve Hardy ikilisi gibiydi. Bunları düşünmekten başka zevkim kalmamıştı ve diğer işler zulüm gibi geliyordu. Usta Sapyo beni düşüncelerim hakkında uyardıktan sonra yine o ayağındaki tahta terliklerin dayanılmaz sesiyle kulaklarımı çınlatarak yerine geçti. ‘’Aşırılık kötüdür evlatlarım, fazla su içerseniz zehirlenirsiniz.Hayattaki en önemli şey’’. Söylerken gözlerime bakıyordu. Ayağındaki terliği çıkardı ve dik bir şekilde sağ elinin işaret parmağı üzerine koydu. ‘’Dengedir’’ dedi. ‘’İnsanları huzura kavuşturacaksanız, bunu bilmelerini istersiniz. Ne ani, ne de çok geç, doğru zamanda o darbeyi yapmalısınız. Yoksa…’’ elindeki terlik parmağının üzerinden kaydı ve o iğrenç takırdaması salonda yankılandı. ‘’Amacımız fanileri tanrılarına hızlı bir şeklide göndermek değil, insanlığa bir mesaj vermek’’ dedi. Mesaj… Evet o kitleler mesajı alıcaktı ve unutamayacaklardı. O zamanlar adımızının nesilden nesile aktarılacağını , insanların her takunya sesini duyduklarında paranoyaklaşacaklarını , eve büyük şişelerde su alamayacak kadar bilinçaltlarının etkileneceğini, gazetelerde ‘’19 litrelik su şişelerinde zehir skandalı devam ediyor! Ölen büyük işadamlarının bir doktor edasıyla kesilen başlarındaki işaretler anlaşılamıyor, tek bilinen eşitlik simgesi olan alt alta iki düz çizginin yaygın olarak kullanıldığı. Bu da bu örgütün bir çeşit toplumsal eşitliği din olarak kabul ettikleri yönündeki fikirleri artırıyor.’’ Haberlerinin çıkacağını bilemezdik. Tek bildiğimiz şey ustanın 7. Ayın sonunda bize verdiği talımattı. Hepimize farklı isimler verildi. ‘’Gidin, herkes adına, tüm insanlık adına! Tarih bizi yazıcak, belki kötü olarak anılacağız, belki hain ilan edileceğiz, fakat herkesin beyninin ufak bir kıvrımında bir düşünce sonsuza dek yaşayacak : Acaba yoksullar için yaptıkları gerçekten doğru olabilir mi ? ‘’ Ustayı dinlerken yüzümde bir tebessüm oluştu. Kağıda baktım. Max Weber isminde birisi yazılıydı. Konuşmasını bitirirdikten sonra bana eğildi ve tebessümüm kahkahaya evrildi . ‘’ O adamın evinde bir plak koleksiyonu var. Dmitri’den Mozart’a her şeyi bulursun.’’
instagram: cemalbkarakurt
Benim ömrüm bir şarkıydı, tercihen 2 numaralı vals. Bu keyifli müzik eşliğinde berbat partnerlerle yapılan aynı anda hem huzur verici, hem de sinir bozucu bir dans… İşte bu vals kraliçesinin istediği tek şey de berbat partnerlerini birer birer bıçaklamaktı. “Anlamıyorsun, Sapyo. İnsanlara öfkeli değilim ben. Sadece onları görüyorum. Ben bu dünyaya sanat için gelmişim, sanat içinde gelmişim. Tutkuyla yapılan bir tablonun arkasındaki planlar, nasıl dehşet verici hayaller sayılabilir ki?” Zaten benim suçladığım insanların doğalarına göre davranışı değildi, suçladığım kirli doğalarını iyi gösterecek mazeretlerle şu kısacık dansı berbat etmeleriydi. Ama hiçbir kahrolası bahane onlara ayağıma basmalarının bedelini ödetme isteğimi azaltmıyordu, bilakis tam tersiydi. “İnsan sadece kendisi için planlar yapabilir Anura. Kimseyi yazdığın oyunu sahnelemeye zorlayamazsın.” Kısa bir suskunluğun ardından “Belki de meditasyonuma devam etmeliyim, sevgili Sapyo’cuğum.” diyerek konuyu kapatmaya çalıştım, genelde yaptığım gibi. Mesele fikirlerimi savunacak argüman bulamayışım değildi, veya onları ifade edemeyecek oluşum; mesele bu tartışma ne kadar sürerse sürsün Sapyo’yla ortak paydada buluşamayacağımızı bilişimdi. Onun “İyi düşünceler diliyorum, küçük hanım.” deyip gitmesiyle gözlerimi kapatıp meditasyonuma geri döndüm. Yapmak istediğimden değil ya, sadece işin sonunda denememiş olmamak için başta yine affetme ve kabullenme zırvalarına yoğunlaştım. Ama zihnim bana yaramaz bir gülümseme sunup aynı plağı tekrardan oynatmaya başladı. Düşüncelerim, Sapyo’nun deyimiyle dehşet verici hayallerim, yine zihnimden bağımsız savrulmaya başladı. Böyle anlarda okyanusta süzüldüğümü hissediyordum. Kıyıya vuran vahşi dalgalar düşüncelerimdi. Diğer insanlarsa sadece basit damacanalardı gözümde. Küçücük bir alana hapsolmuş, tek gayeleri karşı tarafı etkilemek olduğundan yüzlerine etiket gibi yapışmış sahte gülümsemelerini sunan damacanalar. Düşüncelerinin ağzını sıkıca bağlamış, karşıdaki ne arzu ederse onu sunan damacanalar, sıcak veya soğuk. Ve ben sadece o damacanaları delik deşik olana kadar bıçaklamak istiyordum. Açılan deliklerden kanlar süzülsün, ayaklarımın altına sızarak bana okyanusu yaşatsın… Ama terlikler olmamalı, diye düşündüm, terlikler beni eserimden soyutlar. Elimdeki kısacık dansa sığdırabileceğim ömrümde okyanusta yüzerken de havada süzülürken de özgür olmalıydım. Terliklerse benim damacanamdı, beni asıl dünyadan ayırıyordu. Oysa ben engelsiz, bağımsız, sadece su olmalıydım. İnsanların ayaklarının altından süzülmeli, toprağın içine sızmalıydım. Sonuçta bu dünyada güzel olan hiçbir şeyin bariyerleri yoktu. Ve 2 numaralı vals sarındığım tek giysimken ben dans pistinde kendi gösterimi sergiliyordum. Sapyo ne derse desin, benim meditasyonum da buydu.
cansu_duru__
Bunu düşünerek içimdeki yaraya parmak bastım yine. Sürekli bunu düşünmüyormuş gibi davranarak kendimi bile kandırmaya çalışsam bile yine o noktadayım işte. Yok saydığımda yok olacağına inanacak kadar saf bir kız değilim aslında. Ama ilk kez tam olarak öyle bir kız olmak istiyorum. Çok değil iki hafta öncesine kadar batıl inançlarla her zaman dalga geçen ben , bugün hepsinden deli gibi korkuyorum. Bol koşuşturmalı bir günün sabahındaydım. Kontrol manyağı biri olarak evden çıkmadan önce yine dört dönüp tekrar tekrar kapıları, ocağı kontrol ederken gözüm terliklerime takıldı. İkisi de ters dönmüş şekilde yatağın kenarında duruyorlardı. Çok değil sadece kısa bir an anneannemi hatırladım. Nasıl da korkardı. ”Çabuk düzelt onları, ölüm gelir” derdi. Nasıl da unutulmuyor çocukken öğrenilen her şey diye düşündüğümü hatırlıyorum. Düzeltmedim. Evden çıktım. Ondan sonrası yokuş aşağı. Biliyorum, ben de söyledim kendime defalarca. ”Saçmalama, bunun o terlikleri düzeltmemenle hiçbir ilgisi yok” dedim. Ama insan tam da şu zamanda bir neden arıyor, her zamankinden daha çok soruyor. Sorması da lazım hayatı sürdürebilmek için, yarınlara dair umut besleyebilmek için. Benim de daha bir çok sorum vardı. Ondan bu herkese her zamankinden daha öfkeli oluşum biliyorum. Halbuki benim gibi ömrüne zaman biçilmiş insanlar daha affedici ve sevgi dolu olur diye düşünüyor insan. Ben ise kafasında binlerce sorusu olan ve cevap bulabilmek için kaç yarını olacağını hesaplamak zorunda kalmayan her insana karşı öfke doluyum. Bilmiyorum kaç dakikadır gözlerimi boşluğa dikmiş bunları düşünüyorum, fakat Sapyo’yu endişelendirecek kadar vakit geçtiği kesin. Zorlanarakta olsa yere, yanıma oturdu. ”Anlaşılan meditasyonda da umduğunu bulamadın” dedi gülerek. Bulamayacağımı en başından ikimiz de biliyorduk. Sevgi dolu bir insan olmak benim hamurumda yoktu, hamurumu en iyi o bilirdi. Sevmek, sevgini gösterebilmek bence bunlar öğrenilen duygulardı ve bana bunları öğreten kimse olmamıştı. Sapyo klasik öfke nöbetlerimden birinde olduğumu düşüyordu muhtemelen. İşyerinden birine, sabahları gazetemi getiren genç çocuğa, taksinin şöförüne, belki geçmişten bir hayalete öfke doluydum.Ben böyleydim. Ona anlatmamıştım, bıraktım öyle düşünsün.Bir süre sessizce oturduk. ”Sapyo, bu aralar hep aynı rüyayı görüyorum” dedim. Bana doğru dönüp başını sağa doğru eğdi.Bu onun dinleme pozisyonuydu.
”Kendimi dışardan görmüyorum ama biliyorum ben bir balığım.Aslında bir balık olduğuma göre su içinde sesimi çıkarmayı bilmem gerek ama yapamıyorum.Konuşmaya çalışıyorum, konuşamıyorum. Başka balıklar geçiyor yanımdan hiçbiri bana bakmıyor.Kimse kimseye bakmıyor, baksa da görmüyor. Burdan gitmeliyim, yüzmeliyim diyorum. Sonra evimi tanıyorum. Masamı, üstündeki kahve bardağımı, üşüdüğümde üzerime aldığım battaniyemi görüyorum.Kendi evimdeki damacanın içinde bir balığım. Sürekli daireler çiziyorum damacananın içinde hiçbir yere varamıyorum”. Ancak anlatmayı bitirdiğimde farkettim gözlerimden yaşlar aktığını. Hızla ayağa kalkıp dışarıya koştum, Sapyo’nun yorumunu beklemedim. Artık bir şeyleri bekleyecek vaktim yoktu. @tilbesenguler
Bu güzel hikayeniz için teşekkür ederim, ama ne yazık ki 350 kelime kuralına uymadığı için değerlendirmeye alamadım. 🙂
Elimdeki bıçağın ucuyla tırnağımın köşesini kazımaya başladım.Şu lanet şeytan tırnakları herzaman birşeylere takılıp sinir ederlerdi insanı.Çok az şey acıtır canımı.Birinin bana yalan söylemesi,arkamdan dönen dolaplar ya da kalbimin kırılması falan vız gelir ama işte şu şeytan tırnakları yok mu çeksen daha çok acıtır bıraksan her yere takılır.Yaşlı adam gözucuyla bıçağımın ucundaki yere bakıyor.Tamam ben de farkettim oradaki bir damla kanı ama bir önemi yok,yeter ki çıksın oradaki sertleşmiş deri parçası.İhtiyar düşünceli önüne bakıyor.Suskun.Ben de kendi düşüncelerime dönüyorum.Canımı yakan bir şey daha var o geliyor aklıma.Annemin terliği.Bunu düşününce boğazımdan gıdaklamaya benzer bir cayırtı kopuyor.Handiyse gülmek falan diyeceğim ama o zor.En son ne zaman güldüm hatırlamıyorum ki.Çoğu haksızca yediğim terliklerin acısını hatırlayınca yüzümü buruşturuyorum.Öyle işte;yüzeysel acılar yakıyor canımı,başka bir şey değilSonra anlık,yakıcı bir acı.İhtiyar “Dur ne yaptın?”diyor.Bakıyorum parmağım kanıyor ama şeytan tırnağı da çıkmış çok şükür.İhtiyar koşup damacanadan bir bardağa su doldurup getiriyor.”Sok!Sok parmağını şunun içine!”diyor.Sokuyorum.Ohh!Bir rahatlama yayılıyor tüm vücuduma.Meditasyonla falan boşuna uğraşmışım,çok dinlemişim kendimi.O kadar cinnet düşünceleri falan kol gezdi beynimin içinde.Şimdi bir bardak suda eriyorum sanki.Şeytan tırnağı koptuğu için de olabilir bu rahatlama.Dönüp soruyorum ihtiyara.”Çok iyi geldi bu su ,ne var içinde böyle?” “Ha o mu?”diyor.”Üst komşu hacdan zem zem getirmişti onu koydum damacananın içine.Mübarek su.Ondandır rahatlaman zaar!”
Gerçekten hiç vaktim yoktu sapyoya artık gitmesini söyledim. Meditasyonuma devam edip insanları bıçaklamaya devam edecektim. Ama sapyo buna karşı çıktı. Tamam birlikte bıçaklayalım o insanları gerçekten bundan haz alıp almadığını görmek istiyorum dedi alaycı bakışlarıyla. O zaman köşede sessizce dur dedim gözlerimi yarı kapatmış bir vaziyette sapyoya bakıyordum sözde elindeki kılıç ile değişik hareketler yapıyordu yüksek sesle odaklan daha çok odaklan diye bağırıp sessizce ayakkabılığa ilerliyordum. Elime aldığım terliği sapyoya doğru firlattim. Aynı anda gülmeye başladık. Demek eğlenmek istiyorsun benle sapyo ozaman eğlenelim.karnımız ağrıyana kadar gülüp terlik savaşı yaptıktan sonra deli gibi susamıştık sapyo mutfaktan damacanayı getirdi sırayla damacananın hortumundan su içiyorduk hala içimden gülmek geliyordu bir anlığına kanlı insanları unutup eğlenmiştim. Ve o an bir aydınlanma yaşadım yanlızlıkmış beni bu hale getiren etrafım da meğer sevebileceğim eğlenebileceğim ne çok sey varmış ve o an kendime söz verdim anın hayatın tadını çıkartıp kendimi yanlızlığa gömmeyecektim. Instagram :ozgurelifhendan
Aslında insanlardan nefret etmemin sebebi insan olmadıkları içindi. Sonuçta bir insan neden başka bir insana zarar versindi ki? Ya da neden hayvanlara amaçsız bir şekilde eziyet etsindi, kestiği ağacı yerine koymak çok mu zordu, bir kalbi kırmak bu kadar kolayken özür dilememeye gurur mu deniyordu?
Evet, tüm insanlara son nefesi tattırmak istiyordum. Her bıçak darbemde çektirdiği acıların aynısını çektirmek ve bunu dans ederek, küçük ince hareketlerle yapmak istiyordum. Dudaklarımda bir gülümsemeyle, bir balık kadar kıvrak hareketlerimle, elime tam oturan bir bıçakla, arkadan çalan 2 numaralı vals ve ayaklarımı kaplayan pembe terliklerimle insanları acımasızca öldürmek istiyordum.
Önceden geri kapattığım gözlerimi yavaşça açtım. Gülümseyerek ayağımda bulunan pembe terliklere baktım. Beyaz tenime uyum sağlıyordu. Bu kadar beyaz olmasına şaşırmamalıydım. Sonuçta bir hastalığım vardı ve sonuma kadar tüm insanların sonunu getirmek istiyordum, pembe terliklerimle… Tabii bir de damacana. Hem de en büyük olanından. İçinde rahatça hareket edebileceğim, dans ederken süzülebileceğim ve bıçağımla kestiğim tenin kanını hissedebileceğim bir damacana gerekiyordu.
Ama sonuçta tüm bunları gözlerimi kapattığımda, hayallerimde ve uçsuz bucaksız diyarlarda yapabilirdim. İhtiyar Sopya’nın dediği gibi insanlara tabiata uydukları için kızamazdım. Ama benim kızgınlığım tüm bu tabiataydı. Ve tabiat değişene kadar bu nefret asla sönmeyecekti… (obir_yazar)
Olmuyordu işte, bu meditasyon benlik değildi. Her seferinde beni rahatlatmaktan çok sinirlendiriyordu. Neydi benim bu dünyayla alıp veremediğim? Neden sevemiyordum? Gerçi benim yerimde başkası olsa benim olduğumdan daha feci bir halde olurdu. Annesi tarafından küçükken terk edilmiş, babası tarafından bir kâğıt parçası gibi savrulmuş birinin tekiydim. Sevgililerim, sürekli çekilmez olduğumu söyleyip terk ediyorlardı. Ne var çekilmezsem? Ayrıca hiç de öyle değilim. Hayata kızgındım, kırgındım. Sevmemişlerdi beni daha önce, ben haklıydım. Tüm psikopat düşüncelerimin altında yatan sebep buydu işte. Sapyo’ya karşı biraz daha ılımlıydım. İhtiyardı, bilgeydi, çekmesi zordu ama beni seven, büyüten büyükbabamdı işte. Olduğum yerden kalkıp mutfağa ilerledim. Geldiğimde her yerin bok götürdüğünü fark ettim. Bulaşıklar çok çoğalmıştı, masada birkaç gün önceden kalma yemekler vardı. Damacana o kadar eskimişti ki yosun tutmuştu. Ah, Tanrım bu gerçek miydi?(!) İçimden ufak bir küfür savurup dolaptaki buz gibi birayı aldım. Koltuğuma geçip kafama diktim. İşte bu ana bayılıyordum. Sapyo, karşımda oturmuş terliklerini temizliyordu. Bu yaşlı, bilge adam kesinlikle benden daha pasaklıydı! Onu her ne kadar sevsem de asla belli etmemiştim. Etmemeye de devam edecektim. Sonuçta kimse bana sevgisini göstermemişken ben onlara neden gösterecektim ki? Belki Sapyo göstermiş olabilir ama bu da umurumda değildi. Biramın son yudumlarını alırken beni kesmediğini anlayıp bir tane daha alacaktım. Sapyo bunu anlamış olacak ki beni durdurdu. ‘’Anura, otur konuşalım biraz.’’
‘’Seninle ne konuşabiliriz Sapyo?’’
‘’Hayata karşı o kadar öfkelisin ki kendi benliğini unutuyorsun. İnsanları sevmemeni anlıyorum, sen kendini de sevmiyorsun. 56 yaşındayım ve bu hayat bana her şeyden önce kendini sevmen gerektiğini öğretti.’’
Ah, Sapyo’dan hayat dersleri… Bu gerçekten komikti. Büyük bir kahkahayla mutfağa gidip diğer biramı aldım. Akabinde gelip Sapyo’nun yanındaki sallanan sandalyeye oturdum.
‘’Yine ne saçmalıyorsun Sap?’’
‘’Saçmalamıyorum Anura. Gerçekten bu tavırlarından sıkılmadın mı? Senin tarzınla konuşayım; bu boktan hayat yaşamaya değer. Ne bok olursa olsun, kendini sevmelisin.’’
Gerçekten değer miydi? Acaba biraz kendimi sevmeye uğraşmalı mıydım? Gaza gelen bir insan hiç olmamıştım ama yüreğimin en derinlerinde sevgiye muhtaç küçük bir kızdım, bunun farkındaydım ama asla dışa vurmamıştım. Belki iyi gelebilirdi, belki artık güzel şeylerin zamanı gelmişti. Bu boktan saçmalıkları anlatan yaşlı adamı dinleyecektim, bugün ya da yarın ama öncesinde gidip dolaptan 3. biramı alacaktım…
insta:sudeguleryuz
Meditasyon yaparken düşüncelerim , hayallerim çoğunlukla fantastik ve korkunç ,nadiren de gülünç öğeler içerirdi.Genelde meditasyon beni rahatlatmazdı ama istisnalar her zaman vardı.Bir seferinde odaklanmayı başardığımda hayalimde bana öğüt vermeye çalışan bir damacana ve arkadaşı mavi terlikle karşılaşmıstım.Bilmis tavirlarla beni insanlarin hosgoruyu hakeden varliklar olduguna iknaya calistilar ama nafileydi.Gözlerimi açtığımda onlar da hayalimin hışmına uğramışlardı.Birkaç bıçak darbesi,etrafa dağılan irili ufaklı plastik parçaları.Hep düşünürdüm .Aklıma neden bunlar gelirdi.Neden estetize edilmiş cinayetler vardı benim zihnimde.Insanlarla veya onlara hoşgörü gösteren herkesle,herşeyle bitmemiş bir hesabım var gibiydi.Belki de bunlarin da bilmediğim bir hikmeti vardı.Bu hayalleri,düşünceleri kurgulayan zihnim sorduklarıma ya yarim yamalak cevaplar verir,bazen de sorularimi ic sesimle baska bir konudan sohbete baslayarak gecistirirdi.Sapyo bunları düşündüğümü bilemezdi tabi ki.O benim gördüklerimi bilirdi.Bir de sadece benim bildiklerim vardı ki,asıl düğüm buradaydı ve ben, insanları anlamak için çabalamayı çoktan geride bırakan Anura,artık huzurun benim de bir gün kapımi çalacağını düşünüp gökyüzünü izlemek icin bu yaz aksaminda çatıya çıktım.Pırıl pırıl parlayan dolunayın Sapyo ve benim icin bir müjdeci olmasini umut ederek şilteme uzanip gökyüzünü seyre daldım
Psikanalist@gmail.com
Iyice gerindikten sonra odamın bir köşesinde duran damacanaya gözüm takıldı.Boş boş baktim bir süre.Eeeh nolmuş boşsan dedim sanki karsimda bir insan varmiscasina.Doldurdum.Bahceye cikip cicekleri suladiktan sonra aksam yemeginde Sapyo’nun öğlen tuttuğu balıklari yedik.Sapyo ile anlasiyorduk.Hicbir zaman hayalimin bir nesnesi olmamasi büyük talihti.Hem Onun hem de benim icin.Yasli dostum benim.Ama diger insanlar oyle miydi?Estetik kaygisi tasiyan yorumumla kesmeye bicmeye doyamiyordum.Görsel bir solendi.Varsin Sapyo bunu dehsetle karsilasin ben memnundum.Insanlara güvenmeyen ,onlari sorumlusu olsalar da olmasalar da yaptiklarindan dolayi şevkle kesip bicen ben,ugurlu terligimi giyip yemekten sonra Sapyonun uyudugu odanin yanindaki kucuk odamda cami acip disariyi seyrediyordum.Tepeden denize vuran yakamoz,kumsal ve doga aksamlari beni oyalayan iki seyden biriydi.Digeri de Sapyonun pazardan benim icin aldigi kucuk kitaplardi.Küçük divanimda otururken bir tanesine takildi gözüm: ‘Kahraman damacana ve kozmos’.Ilgimi cekmisti.Açtım ve karistirmaya basladim sayfalari.Fantastik ogeler iceren kucuk ve sevimli bir hikayeydi.Birkac kez esnedim ve bir süre sonra gözlerim kapanmis,uzun zaman aradan sonra hayalimde insan kesmek harici bir sey yapmistim.’Kahraman damacana’ ile yakin galaksileri turluyordum.
Ben bu meditasyon derslerine nasıl ikna olmuştum ki zaten. İnsanlar; onlardan nefret etmek için daha neye ihtiyacım vardı ki? Oysa sevmek için de tek bir nedenim yoktu. Sanırım artık olacaktı, yani Sapyo’ya göre olacaktı çünkü anne olmak her şeyden farklıydı. Hafifçe karnıma dokundum, içimdeki bitmek bilmeyen azabı ve kini bu küçük fasulye tanesi mi bitirecekti yani. Oysa onu da istememiştim, anne olmaya hazır olamayacak kadar delirmiş bir kadındım çünkü. Sevgili Tanrı; senin işine karışmak istemem ama bu tarz sorumluluklarda biraz daha seçici olman gerekiyor sanırım. Hani ufak bir çoktan seçmeli test bile yapsan olur yani. Babamı baba yapmak nasıl iyi bir fikir değildiyse beni de anne yapman pek iyi bir fikir değildi çünkü. Aklıma yine delice düşünceler geliyor bir Kill Bill sahnesinden hallice, tezgahtan aldığım pembe saplı ekmek bıçağı ile babamı doğramak… Arkada bu sefer Sergey Prokofyev’den Romeo ve Jüliet çalıyor. Ah! Ne muhteşem bir hayal..
Bu arada ben kötü biri değilim, beni yanlış tanımanızı istemem. Annem ile kız kardeşimi öldüren ve beni öldürdüğünü sanan o adamda değildi, bir masumiyet timsali olmayan babamda. Tabi bunlar Sapyo’nun saçmalıkları çünkü birde bunları kardeşimle anneme anlatmak lazım. Mutfakta canice öldürüldüklerinden onların yanıtlaması bizimkine göre daha adil olmalı sonuçta. Gerçi katilimize sorarsanız sadece babamı öldürmek istemişti ve babama sorarsanız sadece aşık olmuştu.Bana sorarsanız, bense hayatımın sonuna kadar o mutfakta bilincimi yitirmeden aklıma kazınan annemin neden gelinlik kız gibi süslediğini hala anlamadığım pembe fırfırlı damacana örtüsünü boyayan kanını ve kardeşimin vurulduktan sonra masanın altına doğru fırlayan gül işlemeli terliğinin tekini hatırlamadan yaşamak istiyordum. Muntazam kâbuslarla geçen ergenliğim ve çocukluğum boyunca beni teselli etmek isteyen Sapyo’ya, ‘Masumları öldürmek mi doğamızda var Sapyo saçmalama’ diyordum. İşte o zaman ‘Bilmem belki de bencilliklerimiz masumları bile öldürmemizi mantıklı kılabiliyordur bazı durumlarda..’ derdi sinir bozucu bilge tavırlarıyla. Şimdi neden anne olacağımı anlamışsınızdır sanırım. Çünkü anne olamayacak kadar zayıf olduğumu, ona bakamayacağımı, babası yokken ve annesi benim gibi bir rüyaların kanlı kontesi iken pekte hoş bir hayatı olmayacağını onu aldıracağımı söylediğimde beni kendi silahımla tam on ikiden vurmuştu. Artık bir anne olacaktım ve bunlardan arınmalı küçük fasulye tanemi doğamıza aykırı yetiştirmeliydim tabi ki doğamız bu ise.. instagram:@miyaseulusoy
Olamaz da vaktim çünkü geçmişim beni her gün uyandığım bugünde öldürüyor, ben öldürmeliyim artık yaşamak için, tıpkı annemin babamı öldürerek kurtulduğu gibi. Hani Anura babanın kanının yüzünde oluşturduğu canlılık, hani ilk defa o gün o saatte ona bakarken rengin cansız değildi yüzüne can gelmişti. Çünkü o olmayacaktı artık, hem de yaptıklarına sessiz kalan hiçbir zaman babanın yanında konuşmayan annen, seni ondan kurtaramayan aciz kadın bu sefer cesur bir canavar olmuştu ve kurtarmıştı seni. Tanrı’dan her gün istediğin şey gerçek olmuştu Anura. Ah! bir bilsen ihtiyar Ben sadece annemi haklı buluyorum bunu hiç bilmeyeceksin benimde birilerine saygı duyduğumu hemde anneme. Onun deyişiyle annemin tabiatına uygun davrandığını düşündüğümü bilmeyeceksin. Acaba anlatmalı mıyım ihtiyara, hayır Anura hayır bunu yapmayacaksın bir kişinin karşısında bile seni hayran görmeyecek bu annen olsa bile buna kimse şahit olmayacak. Ve ben kimseye ezdirmeyeceğim kendimi, tuvale fırça darbesi vuran bir sanatçı gibi değil, cesur bir Anura olarak kana boyayacağım o insanları, yüzüm bir kere daha canlı olacak ve bu sefer ben cesur olacağım. instagram: otalirabia
Bir yandan da Sapyo konuştukça sanki derinlerden benliğimin sesi yankılanıyordu. Belki de meditasyon atölyesinde derin derin alıp verdiğim nefeslerden sonra tetiklenen oydu, iç sesim ve o iç sese her zaman tepki gösteren tarafım. Sapyo sanki benim evreni kuşbakışı görebilen tarafımdı, herşeyi olduğu gibi kabul eden.
Atölyede de öyle diyordu ayağında kadife terliği olan yoga eğitmeni ‘ötesini farketmek…’ .
Sahi neden herkes yalınayak yere basıyordu da onun ayağında tüm atölye boyunca o beyaz kadife terlik vardı?
Buradan bir mesaj çıkarmalı mıydım ötesini farketmekle ilgili?
Çok çaba sarfediyor insanoğlu böyle konularda, ben de onlardan biriyim hatta. Herşeyi anlamaya, yorumlamaya, etiketlemeye çalışıyorum olduğu gibi kabul etmek yerine. Ama işte sorun da bu galiba ben kolay olanı yapıyorum ve o yüzden bu atölyedeydim. Belki bir ilham yakalarım, belki ufak bir teknik, minik bir farkındalık ne bileyim içimde doğru bir pencere açılsa kârda hissedeceğim. İçimden bu kadar tepkinin yükselmesi de iyiye işaret gibi geliyor düşününce, demek ki bir yerlere dokundu o kadının anlattıkları, dokunduğu yerin rahatını bozdu.
O kadar kendini vererek anlatmıştı ki tüm atölye boyunca kadife terlikli kadın, eminim benim dışımda kimse ne o terliği ne de katılımcılar rahatça su içebilsin diye odanın ortasında duran damacanayı farketmemişti. Damacanadan her su alındığındaki sese bir tek ben mi irkiliyordum? Öyle olsa bu atölyeye tek ihtiyacı olan kişi ben olacaktım ama değil bence. Herkes farketmişti ama kimse benim kadar daha derinine gitmek istememişti çünkü daha derine gidince kadının anlattığından kopmak zorunda kalacaklardı. Ben de kopmuştum ama sanki içimdeki bir kayıt cihazına kadını kaydedip eve gidince tekrar dinlerim diye düşünüyordum. Eve geldiğimde hatırlıyordum çoğu detayı ama en çok hatırladığım her zamanki gibi kadının ne anlattığından ziyade benim onun anlattıklarıyla içinde boğulduğum denizler, savrulduğum çöller, kabul edemeyen, tepki göstereceğim diye kıvranan yaralı tarafımdı. Bu acı ve bu tepkiler bir gün durulacak mıydı? Ben de sevebilecek miydim kendimi ve diğerlerini? Görebilecek miydim ötesini? Bilmiyordum, bilmenin öğrenmenin önündeki en büyük engel olduğunu biliyordum sadece.
@kundaliniyoga.serap
Amerika hükümetinin emrettiği saçma sapan bir şeyi yapmamız gerekiyordu ama benim canım sıkılmıştı ve meditasyon yapmaya başlamıştım. Yerçekimsiz ortamda uçarak bıçağı sağa sola sallamak ayrı bir zevkliydi. Günde 16 tane gün doğumu görmek bile bana bu kadar zevk vermiyordu. Uluslararası Uzay İstasyonu’nda işler böyle yürüyordu çünkü. Sapyo konuşmaya başladı:
“Ben böyle görevler için mi ömrümü uzay bilimine harcadım? Çok istesem dünyada bir çekirdeğin üstüne oturup emekliliğimi beklerdim. Her dakika etrafta uğur böceği gibi uçuşmazdım.”
Güldüm. Ayağındaki pofidik terlikleriyle kızınca hiç ciddiye alamıyordum Sapyo’yu.
NASA’nın bizden istediği şuydu: Yabancı bir cismi uzay boşluğuna gönderip çekim yapacak, videoyu editleyip ufo havası verilecektik.
Aslında bu koronavirüsten doğan başarısızlığı örtmek için Amerika’nın uydurduğu bir palavraydı. Daha önce de böyle bir şey yaşanmıştı. Pentagon, 2004 ve 2015 yıllarına ait gerçekdışı kayıtları 28 Nisan 2020’de kamuoyuyla paylaşıp doğruluğunu onaylamıştı. Şimdi bunu yine yapıyorlardı. Çünkü ABD’de kayıplar İspanya’yı bile geçmişti. Gündemi başka bir şeyle meşgul etmek zorundalardı. “Algı operasyonu…” diye geçirdim içimden. Sonra,
“Şu boş damacanayı salalım mı uzaya?” dedim.
Üstüne uzunca düşünülmüş bir şey değildi. Şaşırdı ama kabul etti. “Bugün dışarı çıkma sırası bende, kıyafetlerimi giyeyim.” dedi Sopyo. Ama terliklerini çıkarmadı. Zaten onlarla bütünleşmiş gibi olduğundan bir şey demedim. Dünyaya döndüğünde ameliyatla aldırması gerektiğini söyler, kızdırırdım onu. Elinde damaca, ayağında pofidik terlikleriyle istasyondan dışarı çıktı. Damacayı bıraktı ve geri dönmeye yeltendi. Biz de çekim yapmaya başladık. Tam o anda büyük bir sarsıntı oldu. Görüntüyü kaybetmiştik.
-Neler oluyor?
-Uyduyla bağlantı kesildi. Saldırı olabilir.
Stres dolu bir dakikadan görüntü gelmişti ama hiçbir şey görünürde yoktu! Uzay boşluğunda nereye kaybolabilirlerdi? Karadelik, uzaylı istilası, meteor, boyut değişikliği… Bir sürü uzay terimi beynimden şimşek hızıyla geçiyordu.
-Merkeze bağlanın hemen!
Karşı taraftan cevap gelince olan biten her şeyi anlattım. Yardım talep ettim.
-Bir dakika, bir dakika… Sen bana uzay boşluğunda yaşlı bir astronotun kaybolduğunu mu söylüyorsun?
Bir kahkaha sesi yükseldi. İrkildim.
-Bu nasıl bir haber olur, halk nasıl ayağa kalkar sen biliyor musun? Tam ihtiyacımız olan şey! Hemen araştırma ekibini ve yardım aracını yolluyorum!
Gözyaşları içindeyken insanlara olan nefretim bir kat daha artmıştı ve Sapyo’dan başka düşündüğüm bir şey yoktu.
(instagram hesabım yok, mail adresimi belirttim :))
Gözlerimi kapattım. Öfkeli olmama rağmen tekrar deneyecektim. Siyahta huzur bulacağımı düşünmüştüm. Yanılmışım büyük aptallık. Hızlıca ayağa kalktım. Eşyalarımı toparladım. Stüdyo daireyi terk ettim. Ağlayacaktım. Birini öldürsem geçer miydi acaba bu içimdeki ateş? Bir kaç sokak sonra kayboldum. Derin bir nefes verdim geldiğim yolu bulmaya çalıştım ama birbirine benzeyen sokakta geri dönmem imkansızlaştı. Dar bir sokağın sonuna koşturdum. Sokağın bitiminde bir çadır vardı. Çok büyük çadır sirki andırıyordu. Kapısı açıktı. İçeriden kahkahalar duyuluyordu. Burnuma kokular geldi. Günahın kokusu. Ağzıma değişik tatlar doldu. Sanki nefret ettiğim her şeyin tadını alabiliyordum. Evdeki et doğradığım bıçağımı elimde tuttuğumu gördüğümde bir anda neler olduğunu anlamaya çalışırken paniğe kapıldım. Sonra bir anda tüm düşüncelerim silindi. Kıkırdadım. Bu gece kıyamet gecesi olacaktı benim için. Çadıra ilerledim. İçeri geçtiğimde korkunç karanlığa gözlerimin alışmasını bekledim. Ancak birden araba farı yüzüme tutulduğunda kendimi köşeye attım. Gülen 3 palyaço yanımdan küçük bir arabayla geçip kayboldu. Panik mi yoksa öldürme iç güdümü mü dinleyeceğim derken arkama döndüğümde girdiğim kapının yok olduğunu gördüm. Çıkış yolunu bulmalıydım. Karanlıkta yol alırken ellerimden birisiyle ileriyi yoklayarak ilerliyordum. Sert bir cisme dokunduğumda bir adım geriledim. Önce bir spot ışığı açılması duydum ardından perde indi. Yerde binlerce ceset vardı. Üstünde 3 palyaço. Biri ellerindeki terlikle bir cesedin üstünden geçiyor. Biri üzerlerinde terliklerle zıplıyor. Biri çığlık atıp dans ediyordu. Onları izlediğimi görünce bana doğru koşturdular. Yere düştüm. Onlar cam olduğunu yeni fark etmiş gibi öfkeyle bağırıp camı yumrukladılar. Birinin terliğinin altında jiletler birininkisinde çivi vardı. Çivi olan cama vurmaya başladığında korkuyla ağlamaya başladım. Hemen kaçmaya başladım, kulağımı tırmalayan çığlığı arkamda bıraktım. Aynalarla dolu bir yere girdim. Her yerde ben vardım. Palyaçoların vahşi çığlığı odayı doldurdu. İleri koştum boş sanmıştım ama kafamı aynaya çarptım. Yere düştüm. Elimi kafama götürdüm. Kanıyordu. O sırada birinin arkamda olduğunu fark ettim. Tam çığlık atacaktım ki kafama damacanayla vurdu. Gözlerim karardı. Sürüklendim. Bir sandalyeye oturtuldum. Gözlerimi yavaşça kırpıştırıp açarken 3 caninin bana baktığını gördüm. Biri kafama vurduğu bidonu yuvarladı. İçi kesik göz ve kulaklarla doluydu. 3 palyaçoda maskesini çıkarınca… gördüğümü anlamakta zorlandım. 3ü de bendim. Aynı ela gözler bana bakıyordu. Biri çıktı, vahşice güldü. ”sürprizimizi beğendin mi?” Dürtülüyordum. Siren sesini duydum. Ambulanstaydım… @darknessdivider00
İlk onu bıçaklamalıydı, evet. Böylece o üst insan haliyle sürekli bilgelik taslamazdı.. Ne istiyordu bu insanlar ondan, sürekli ne yapmasını, ne söylemesini, ne hissetmesini tekrarlayıp duran bu lanet dünyada ne işi vardı. İş yerinde olay çıkardığı için terapi seansının bir parçası olarak buraya yollamışlardı. İşini yapmasını engelleyen “iş arkadaşı”nı bayıltana kadar dövmek neden terapi gerektiriyordu ki! Evet, yarısı dolu damacanayla son vuruşunu yapmasaydı iyi olurdu, sonuçta onun gibi eğitimli birinin üzerinde şık durmamıştı. “Neden buradasın?” diyen terapiste “bu bir damacana meselesi.” diye cevap vermek iyi bir başlangıç gibi görünmüyordu. Neyse ne diye düşündü, zaten ona göre terapistin de tedaviye ihtiyacı vardı. “Dengesiz adam!” diye yükseldi, Sapyo’ya el sallayıp meditasyon alanını terkederken.
Caddeye çıktığında hava bok gibiydi, hiç sevmezdi yağmurun tüm belirtilerini taşıyıp bir damla su damlatmayan havaları. Taksiye binmek için elini kaldırdı, tüm hızıyla boş taksi geçti önünden. O da, ağız dolusu küfür savurdu ardından. Yürümeye karar verdi, elleri cebinde karşıya geçerken caddenin ortasına kadar gidebildi. Yarım yamalak sesler sonra, yarım yamalak renkler…
Bilinci yerine geldiğinde gözleri açıktı, uykudan uyandığını sanıp bunun bilimsel olarak mümkünlüğünü sorguladı on saniye kadar. Sonra etrafına bakmaya çalıştı, beyazdı her yer, bembeyaz. Sesler duyuyordu; “parezi” “stabil” “tehlike” “hayati”, en sonunda “felç”. Kalkmak istedi ve tam da o an farketti hastanede olduğunu, hiçbir yerini hissetmediğini, hareket edemediğini. Nasıl olurdu, bilinci nasıl açık olabilirdi. Konuşanların doktor olduğunu anlayacak kadar duyabiliyordu şimdi. Bir anda kafasına balyoz gibi inen cümleyi duydu, “beyin ölümü gerçekleşmiş, ailesine haber verelim.” Bu kahrolasıca makineler görmüyor muydu ölmediğini! Doktorların derdi neydi, canlı canlı gömecekler miydi onu? Ağlayamadı, konuşamadı, ‘şerefsiz bir babam var fişimi çekmenizi söyler ona haber vermeyin’ diyemedi!
Cenazesinde bir düzineden fazla insan yoktu, babası doğduğundan beri defalarca öldürdüğü kızının cenazesine gelmişti son kez, lastik terlikleriyle. Sayko da acıyarak ona sabır diliyordu. Sorsalar, “öfkeli ve huysuz bir kızdı” diye düşünür ama “iyi bir insandı” der geçerdi. Bu hayatın ona yaptıklarını kimse umursamazdı. Babasından kimse söz etmezdi. Daha on yaşında gözlerinin önünde babası tarafından öldürülen annesinden ve katilinin iyi halden cezasını çekmenin eşiğine bile gelmeden eve döndüğünü bilmezdi kimse. Kimse bir cehennemde yaşadığını bilemezdi. Yine de şimdi, huzurlu bir uyku ne demek hepsine gösterebilirdi…
@ipekbasyurt
Tekrar yüzüne baktım. Hayatın hoyrat davrandığı insanlardan biriydi. Bir ağacın halkaları gibi üst üste çoğalan gözaltı torbaları, doğanın onun için kurguladığı her oyunda ve aldığı her darbede biraz daha metanet ile dolmuştu. Şimdiyse bu torbalar, yaşadığı çeyrek yüzyılın tüm ağırlığını taşıyabilecek kadar dolgundu. Şüphesiz o da bir zamanlar dünyaya ayak uyduramayanlardan biriydi. “Biraz yürümek ister misin?” diye sordu, sesinin her köşesinden yüzüme çarpan dinginliğiyle. Olur anlamında kafamı salladım. Sapyo’nun ağaçlarıyla dolu devasa bahçesinde yürümeye başladık. “Artık burada kalmayacağım” dedim. Bu ani girişime hiç şaşırmamış görünüyordu. Ardında bıraktığı on iki ayrı cesetle ve peşine taktığı dünyanın çeşitli ülkelerindeki onlarca arama emriyle birkaç haftadır evini ve atölyesini açtığı konuğunun sonunda gidecek olmasından dolayı içten içe bir rahatlama hissediyor olmalıydı. Yine de her zamanki vakur ve huzurlu yüz ifadesi bir an olsun değişmeden, “Seçim senindir Anura” dedi. Sapyo’nun bu bilgelik ve delilik arasında durmadan cirit atan tavırlarının iyiden iyiye sinirime dokunmaya başladığını hissediyordum. Atölyede tanıştığım Zahid’in ayarladığı sahte pasaport da dün gün içerisinde elime geçmiş olduğuna göre, artık burada kalmak için hiçbir sebep yoktu. İçerideki odaya geçip eşyalarımı topladıktan sonra Sapyo’nun bahçede meditasyon yaptığını gördüm. Uzun veda konuşmaları için vaktim yoktu, yanından geçip bahçe kapısına doğru yöneldiğim esnada, Sapyo’nun sesine döndüm. “Unutma Anura, insanlar iyileşir. Her nefret, tomurcuğunda sevgi olan susuz bir bitkidir. Sen de -“ Sapyo’nun cümlesi alnından süzülen kanlarla kesildi. Bir hanımefendi zarafetiyle kafasına bir el ateş ettiğim 357 Magnum’u sırt çantama geri koydum. Her şey fark edemeyeceği kadar hızlı olmuştu, başına neler geleceğini anlayamadan ölmüştü Sapyo. Hayat böyledir işte, uzun bir araba yolculuğunda insanın yanından hızla akıp giden otoyol ışıklarının sayısı gibi, tahmini zordur. Yarısı suyla dolu optimizm ve pesimizim alegorisinden uzak bir damacananın pompasına doğru sayıda basılmadığında etrafı mahvetmesi ya da elinde bomboş bir bardakla insanı susuz bırakması arasındaki olasılık hesabından geçer. Çıplak ayaklarıyla yere basan çocuğuna “Üşüteceksin, ayağına terlik giy” diyen anne şefkatindense çok uzaktır. Hele ki bir hissin sıcaklığını, yerin soğuğunu hissedemeyecek kadar ruhu nasır tutmuşsa insanın… Minnet, özür, pişmanlık ve mahcubiyet artık sadece sözlükte yer alan “insani” birer kelime haline gelmişse, geriye dönüş imkansızdır. Kapıyı kapatmadan önce son kez arkama döndüm, ardımda bıraktığım on üçüncü bedene baktım ve gülümsedim. “Her şey için teşekkürler Sapyo.”
Bu güzel hikayeyi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederim ama kelime sayısı kuralına uymadığı için değerlendirmeye alamadım. 🙂
“Ayrıca” diye araya girerek kafamdaki valsın sesini kısıp Michelangelo benzeri sanatsal bıçak darbelerimin son bulmasına neden olan Sapyo alaycı surat ifadesini takınmıştı. Yine. Bir iskemle çekip tam karşıma oturarak konuşmasına devam etti:
“Komik görünüyorsun. Tıpkı bad boy, siz genç kızlar böyle diyordunuz galiba, hayalleriyle yanıp tutuşan körpe, masum kızlar gibisin. Kötülük, vahşet ve bir çok illegal ayıp şeyleri ve az önce bahsettiğim bad boy’ları sevmeniz çocuksu asiliğinizden kaynaklanıyor; onları gerçekten sevdiğinizden değil yani. Aksi takdirde, yani karanlığı gerçekten ve dolaysız sevseydiniz onlarla evlenirdiniz değil mi? Ama hayır! Onlar lise aptallığı adıyla tarihe geçer, çirkin bir anı olarak unutulmak istenir. Sabırsızlanma, şimdi sana geliyorum. Komik görünüyorsun çünkü sen bırak öldürmeyi, birinin karşında ölüşünü seyretmeyi bile kaldıramazsın. Sağolsun ki popüler kültür seri katillere devrimci, ince duygular besleyen ve hatta filozof karakterler yükleyerek onları çekici hale getirdi. Hannibal mı baştan çıkardı seni, yavrucak? Bütün bunların ötesinde kahvaltı bıçağı ile seri katillik tavırlarına girmen… Gülünç bir kızsın doğrusu. Terlikler bile daha ölümcüldür! Rahmetli annemin insana maddi ve manevi hasar veren terliklerini deneyimleseydin anlardın. Kahvaltı bıçağıyla etrafta “Katilim, kötüyüm!” diye gezersen “Ne tatlı çocukmuş bu!” der, yanaklarını sıkarlar. İnanmıyorsun demek! Fakat paniğe gerek yok, sorun çözmekte tanrısal bir kabiliyetim vardır. Nasıl yapmalıyız… Eureka, buldum ! Şu damacanayı görüyor musun? İşte ona kahvaltı bıçağınla delik açmanı rica ediyorum. Yapabileceğine eminim tabii. Öte yandan bunun heyecan dozunu arttırmamız adına sana meydan okuyorum! Eğer o müthiş korkutucu bıçağınla damacanayı delemezsen sıra bana geçiyor. Terliğimin gücünü sana gösterme lütfunda bulunmama izin vereceksin. Tabii izin vermek de yetmez; güzel sarışın kafanı deneme tahtası görevinde kullanmama da ses çıkarmayacaksın. Adil duruyor, ne dersin Anura?”
Sapyo kahkahalar atarken ben çoktan tahammül kotamı doldurmuştum. Gözlerimden alev fışkırıyordu. Sapyo bu halimden korkmuş olacak, odadan çıkmaya hazırlanırken kolundan tuttum:
“ Meydan okumanı kabul ediyorum, ihtiyar! Bakıyorum da kumar bağımlılığımı unutmamışsın”
Cevap beklemeden onu elimin tersiyle itip damacananın olduğu yere geldim. Neredeyse nara atarak iki elimle tuttuğum bıçağı damacanaya sapladım. Fakat lanet alet içeri girmemişti. Duvara çarpmış gibi geri döndü. Utancımdan yüzüm kıpkırmızı oldu.
Sapyo terliğini eline almış, onu okşuyordu:
“ Terliğin gücü adına!” diyerek terliği kafama geçirdi. En son hatırladığım bu oldu. Gözlerimi açtığımda hastanedeydim.
Yaşlanınca belki ben de Sapyo gibi olacaktım ama şu an asla ona benzer bir yanım yoktu. Sapyo resmen benden insanlara olan bakış açımı değiştirmemi istemişti. İnsanlara olan bakış açımı değiştirmek hiç de kolay değildi. Ama bu bakış açısına sahip olmama sebep olanlar da onlardı. Bu bakış açısı içimi her geçen dakika daha da karartıyordu. Meditasyonla falan olmuyordu işte. Geçmiyordu öfkem. En iyisi dışarı çıkıp biraz yürümekti. Sapyo’ ya dışarıda biraz yürüyeceğimi söyledim. Sapyo tepkisiz kalmıştı bu sefer. İlk defa Sapyo’ yu tepkisiz görüyordum. Onu son günlerde çok sıkmış olabileceğimi düşündüm ve hak verdim. Nihayetinde çıktım dışarı. Sokakta kafamda binbir düşünceyle yürüyordum. Bir an bir çocuk sesi duydum. Annesi olduğunu tahmin ettiğim kadın bir çocuğu terlikle kovalıyordu. Aklıma çocukluğum geldi. Küçükken annem de beni sürekli terlikle kovalardı. Her gün olduğu gibi annemi hatırlatacak bir şey olmuştu. Asla unutamıyordum onu. Özellikle de üst komşumuzun damacanayı elinden düşürüp annemin ölümüne sebep olması ve yanlışlıkla olduğu gerekçesiyle hiçbir cezaya çarptırılmayışı aklımdan çıkmazdı. En ağır cezaları bile alsa annemi geri getirmezdi ama hiçbir ceza almayışı ciğerimi dağlıyordu. İnsanlara yapmak istediklerim de buradan geliyordu. Bir kişi için tüm insanlar hakkında böyle düşünmemin yanlış olduğunu söylemişti Sapyo. Peki, öfkemi böyle bile zor kontrol ediyorken insanlar hakkındaki düşüncelerim olumlu olsa ne yapacaktım? Düşüncelerim hiç bitmiyordu ki. Sürekli düşünüyordum. Bir terlikten bile yine nerelere gelmiştim. Bir an gözyaşlarımın istemsizce akmaya başladığını fark ettim. Her zamanki Anuraydım işte ne eksik ne fazla…..
Ayaklarıyla aynı renk terliklerini sürüyerek bir ileri bir geri yürüyordu. Karavanımı park ettiğim şu lanet olasıca yerin koyu toprağının tozuna bulanmıştı ayakları. Sürümese terlik giydiği anlaşılmayacaktı. Alt tarafı bir gece uyumak, boşalmış damacanalarımı doldurmak için durmuştum orada. Az ileride meditasyon atölyesine katıldığım kumsal. İnsan güzel şeyler yaşadığı bir yerin güvenli olacağını var sayıyor. Müziği duymasaydım yatıp uyuyacaktım. Duymaz olaydım, duymaz! Tekrar yumdum gözlerimi. Bir karar vermek zorundaydım. Hızlıca. Hayatta kalabilmem net görebilme gücüme bağlıydı. Öfke görüşümü bulandırıyordu. Boğazımda bıçağın sert soğukluğunu hissediyordum. Beni tehdit etmişlerdi! Ne görmüştüm ben? Küçük çocuklar vardı. Ağlıyorlardı. Ne yapıyorlardı o çocuklarla? Gitmeme izin vermiyorlardı. “Bizden olduğunu ispatlamadan hiçbir yere gidemezsin!” Karavanıma girip çıkıyorlar, her yerde önümü kesiyorlar, kirli elleriyle orama burama pandik atıyor, pis çarpık gülüşleriyle, “bu gece görecek miyiz ha?” diyorlardı. Ben korkup sindikçe onlar daha da çirkefleşiyordu. Ne bekliyorlardı benden? Onlar, tabiatlarına göre davrananlar! Tek dertleri tesadüf eseri o… tanık olmuş olmamdı. Ne görmüştüm ben? Çocuklar… çıplaklardı. Yarabbim. Onlardan biri olmak mı? Gözlerimi açacak gibi oldum, tekrar yumdum. Sapyo, aralarında tek düzgün davranan. Kitabi konuşan, eski küçük radyosundan hep klasik müzik çalan. Etrafındaki serseri güruhundan farklıydı. Peki neden onları savunuyor, beni zorladıkları şeyin o kadar da korkunç bir şey olmadığını söyleyebiliyordu? Nasıl? Nasıl? Zihnimi bulandıran soruyu bulmuştum. Gözlerim kapalı Sapyo’ya baktım, sordum. Beni duymuştu. Dışarıdaki Sapyo asla dolduramadığım damacanalar gibi içi boş, insan doğasından bahsederken zihnimdeki Sapyo konuştu, “çünkü ben kötüyüm Anura. Kötü. Neden anlamak istemiyorsun?” “Neden ama, neden?” “Çünkü ben de o çocuklar gibi büyüdüm. İçimdeki aşağılanmayı, çaresizliği ve acizliği başka türlü unutmamın yolu yok.” Derin nefesler alıp verdim. Pekâla. Herkesi olduğu gibi kabul ediyordum. Affetmenin ise kötülüğü besleyebileceğini anlıyordum. Gereken afla oyalanmak değil, suçu sorumlularına teslim edebilmekti. Görüşüm netleşmişti. Bu sahipsiz çocukları kurtarmak zorundaydım. Öfkeden gözü dönmüşken bile yaralamak için sadece kahvaltı bıçağı düşleyebilen ben bu kötü insanlarla nasıl başa çıkacaktım? Birden gözlerimi açtım. “Yeter,” diye bağırdım. Sapyo neye uğradığını şaşırmıştı. “Sus iki dakika be adam,” diyerek kalkıp karavanıma girdim, hızla kapıyı kilitledim. Ön tarafa geçip sürücü koltuğuna attım kendimi. Kilit düğmesine bastım. Karavanımın tüm kapılarının kilitlendiğinden emin olduğum an arkaya koşup her zaman sakladığım yere minnet duyarak yedek anahtarlarımı buldum.
Bana göre insanlar akıllı varlıklar değillerdi fakat Sapyo her zamanki gibi bu düşüncemi her dile getirdiğimde sanki bir annenin çocuğuna fırlattığı terlik gibi sert ve acı verici şekilde bastıra bastıra kendi fikirlerini söylüyordu . Onun söylediği kelimeler havada titreşirken ben hâlâ kurduğum hayali kafamda canlandırıyordum . İnsanları öldürmek hoşuma gidiyordu fakat bunu kalbimde onları unutarak değil kanlarını bir damacanaya koyup küçük bir çocuğun sırtında taşıtacak katil iç güdüsüyle öldürüyordum . Aylarca gittiğim meditasyon dersleri bana insanların sandığım kadar bile akıllı olmadıklarını kanıtlamıştı. Orada kendiyle hesaplaşamamış bir sürü aptal insan ve kendilerine hiçbir zaman bunu dile getirmeyecek bir sahtecilik hali vardı ve onları teker teker öldürmek isteyen ben . İnsanları öldürme isteği ne zaman başladı bilmiyorum ama adaletsizliğin ve güvensizliğin hakim olduğu , bu dünya diye adlandırılan yerde hiç bir hayvanın adaletsiz ve insanlar kadar birbirine güvenmediğini görmedim.
Sapyo her canlı tabiatına uygun davranıyor derken bundan bahsetmişti sanırım ama insanların bu dünya için bir yıkım ekibi olduğunu anlayacak kadar geniş çerçeveden bakabilecek de değildi . Sapyo her öğüt vermeye başladığında içimin derinliklerinde elimde meyve bıçağıyla boynuna yapışıp valsi eşliğinde ritmik şekilde boynunu kesmek geçiyordu fakat bu duyguyu görmezden geliyordum çünkü o benim Sapyomdu . Etrafımda insan olduğumu gösteren her şeyi uzaklaştırmaya başlamak gerekliydi çünkü yakında kendimi öldürecek seviyeye geleceğimden hiç şüphem yoktu . Öncelikle aynalarımdan başladım çünkü aynalar insan olmanın bir numaralı kanıtıydı ve ben insan olma saçmalığını kabullenemezdim . Daha sonra ise beni geçmişe götüren oyuncaklarım vardı eğer onlara bağlanırsam insanlara acıma duygumu ortaya çıkarabilirdim o zaman Sapyo ile ne farkım kalırdı. Büyün eşyalarımı bir kenara fırlattım yani benim insan olduğumu kanıtlayan bütün eşyaları . Onları kenara her atışımda insan olduğuma dair bir duygu ortaya çıkıyordu. Beynimde yankılanan sesler ise bana Sapyo gibi olacağımı bastıra bastıra söylüyor hatta bunu beni çileden çıkaracak şekilde tekrar ediyordu . Çok yoruldum artık bir kuşun uçmak istemeyeceği kadar çok yoruldum . Hiçbir şey bilmiyorum acaba Sapyo gibi olacak mıydım ? Hayat bana bu kötülüğü yapacak mıydı ? Bilmiyorum . Hiçbir şey bilmiyorum . Şuan tek bildiğim sadece Dmitri Shostokovich’in sonsuza kadar dinleyebileceğim 2 numaralı valsi’yi istiyor olacağımdı. instagram : @cetinuyarr
-Konuşmak için bile vaktin yok mu?
-Benim düşüncelerimi okumayı bırakır mısın Sopya?
-Sen kendini bu kadar belli etmez isen, neden olmasın?
Homurdanarak gösterdiği sandalyeye otururken gül desenli masaya bakakalmıştım. Aniden önüme konulan bardağa kadar tabii. Hiç olmazsa nadiren gelişen güzel anlarda neden huzurumu bozardı? O da herkes gibi sinir bozucu tabiatı yüzünden suçluydu.
-Su içmek ister misin?
-Hayır.
-Sudan nefret mi ediyorsun?
Aksini kanıtlamak istercesine suyu diktiğimde eline aldığı damacanayla tekrar doldurmuş ve kendi önüne çekmişti. Soru dolu bakışlarımı üstünde hissedince her zamanki bilge gülümsemesini takınmıştı.
-Sence meditasyonun amacı nedir dostum?
-Başkalarını kabullenmek için mi?
-Ondan önce kendini kabul etmek için vardır.
-Nasıl yani?
-İnsanlar her daim sorunlarından kaçmak için çıkış yolları ararlar. Meditasyon çıkış yollarından birisidir. Ancak herkesin düşündüğü gibi başkalarından kaynaklanan sıkıntılardan dolayı var olmamıştır. Benliğini kabullenmek için.
-Bunun suyla ne alakası var? Ne demeye çalışıyorsun?
-Su sadece bir araç. İnsanı rahatlatan, yalnız bırakan bir hissiyata sahip. Sanırım bundan dolayı sudan nefret ediyorsun, değil mi? Kendine katlanamadığın için başkalarını öldürerek aynı zamanda ruhuna acı çektirmek istiyorsun.
-Hayır! Ben…
Boğazım düğümlenmişti. Sanki içimdeki öfke ve hüzün sessizleşip bu ihtiyarı dinlemem için el birliği etmişlerdi. Sapyo suskunluğumu koruduğumu gördüğünde damacanayı ve ayağından çıkardığı terliği masaya koymuştu. Genişçe bir tepsiye döktüğü suyun ardından damacanayı diğer yanına koymuştu. Terliği ise elime takıp tepsideki suya bastırmıştı. Terliğin plastik hissiyatı beni rahatsız etmişti.
-Rahatsız etti, değil mi? Bakışlarından anlaşılıyor.
-Amacın ne?
-Sana sorular sordurmak.
-…
-Seni yansıtan suya neden terlik giyiyorsun, dostum? Neden başkalarını en önemlisi kendini reddediyorsun? Takındığın tavırdan tıpkı bu terlik gibi rahatsız olduğun halde neden vazgeçmiyorsun?
-Çünkü kendimi ve diğerlerini affedemiyorum.
-Fakat meditasyon dediğin şey…
-Meditasyon dediğin şey sadece kendimi kandırmak için var!
Sapyo kırgınlık dolu gözlerle beni süzdükten sonra masadan ayrılıp evine doğru yol almıştı. O da tabiatına “uygun” davranarak yapayalnız bırakmıştı. Kırgınlıkla giderken tek düşündüğü şey kendi üzüntüsüydü. Oysaki ben onun aksine nasıl tabiatımın dışına çıkabileceğimi düşünüyordum. Meditasyon ile bencillikle harmanlanan tabiatımdan kurtulacaktım! Ve insanlardan bunu yapmadıkları için hesap soracaktım.
Uzun bir süre sudaki “iğrenç tabiatlı beni” seyrettikten sonra sokaklara atılmıştım. İnsanların sırf yararları için yaptığı hareketleri affedemiyordum. Fakat bu, sokaktaki asfaltta büyüyen boynu bükük çiçeği sevmeme engel değildi. (sonsilahtar@gmail.com)
Ayrıca ben yüz yaşında bir ihtiyar olsam dahi bu insanları anlamayacağıma eminim. Onlara olan öfkemi düşündükçe sinirden yerimde duramıyordum. “Hadi devam et.” dedi Sapyo sadece ve geri döndü az önce oturduğu yere.
Bir işe yaramıyor işte bu meditasyon denilen ruh sağlığını daha da bozan saçma şey. Kız kardeşim öfkemden kurtulmam için buraya zorla getirmişti beni. Neymiş? Biraz yumuşak huylu olmalıymışım. Emriniz olur! Başka bir isteğiniz varsa onu da yapayım.
Sinirimi bastırmaya hiç çalışmadan derince bir nefes aldım. Gözlerimi kapattım tekrar. Çok da zor olmamalı değil mi? Evet şimdi tuttuğum nefesimi bırakıyorum. Her şey geçecek. Çok mutlu olacağım. İnsanlar iyi… İnsanlar iyi… İnsa- Ah hayır olmuyor işte!
Bu sefer de ayağımdaki tüylü terliğin kaşındırmasına sinir olarak gözlerimi açtım ve o an da yine Sapyo’yla göz göze geldim. Sen iflah olmazsın, der gibi bakıyordu bana. Tanrı aşkına iflah olacağım yer bir meditasyon odası mı?
Acayip kadınların giydiği dar taytla sözde ruhlarını rahatlatmaya ama aslında dedikodu yapmaya geldikleri bu yer daha çok delirtirdi beni. Bomboş odada sadece üzerine oturduğumuz yastıklar ve kenarda su içmemiz için duran bir damacana vardı. Ya biz deli miyiz? Tımarhanelerde odaları boş bırakırlardı sadece. Ah daha çok kafayı yiyeceğim burada.
Sapyo’nun kaşlarını çatarak bana bakmasını umursamadan ayağa kalktım. İyileşmemi istiyorlarsa tüm insanlar önce dünyadan yok olmalılardı. Asıl onlar birkaç maddeye tapmış bir avuç aptal dünyalıydı. Onların bu saçmalıklarına kendimi alet edemezdim.
Zaman benim lehime doğru ilerliyorken bu hapishanede onların gözünde pek de insancıl hayaller kuramazdım. Dışarıda ki dünya için ütopyalarım var ama onlar da dehşet vericiymiş.Ya sırf bir terlik çaldık diye girdiğim delikten bir ay sonra damgalı olarak çıkacağım. Ha adam öldürmüşsün ha terlik çalmışsın aynısın bu ülkede. Ben de kendimce, zihnim de adaleti yaşatıyorum, cezayı basıyorum ne var ki bun da ! Ben neyse de Sapyo amcayı sırf yazıyor diye atmışlar içeri. Sanat bile suç olmuşken bu ülkede ben hayallerimde özgürüm kendimce ama çıktığım zaman böcekli de olsa bir tas yemek bulamayacağız işte. Benim karın ağrım bu.
Bağdaş kurarak oturduğum yerde yine hayallere dalarken bu seferde tavandan düşen nisan damlası beni ayılttı. Yok kardeş, bana bugün özgürlük yok kendimde. Ahhh! Dmitri sen çalsan ben oynasam, kafayı oynatmadan önce.
Ranzaya uzanırken yan ranzada ki komşudan bir ses geldi;
‘’ 10 yıl geçti buralardasın, çıkınca ilk işin ne olacak ?’’ dedi. Çürük elmasını ısırıp kurtlu kısmını tükürüp o da uzandı ranzasına. Sesliğimi sessizliğimle bozmuşum da tepki verdi kendince.
‘’Kız mı bulacaksın yoksa?’’ diyip kahkayı da patlattı. Bir de kendi sorduğu soruya kendisi cevap vermez mi? Gel de çıldırma.
‘’ Hangi kız sana bakar, cebin de metelik yok.’’ Baktım beni rahat bırakacağı yok herkesçe kabul edilen bir vücut dili ile seni sallamıyorum dedim. Kıçımı döndüm ona kapadım gözleri. Harbi çıkınca ne yapacaktım. Açtım gözleri bu seferde ihtiyarla göz göze geldik yine. Elinde ki kitabı gösterdi bana.
-Okudun mu bunu evlat?
-Hecelerken pek zevkli olmuyor o kağıt sayfaları.
-Al bir bak evlat. İnan bana bu kitaplarda herkese yer var. Kaybolacaksan buralarda saklan.
Kitabı bana uzattı ihtiyar. Hatırı var amcanın elimde yalandan kurcalamaya başlamıştım bile. O ara ses ilişti kulağıma, nisan yağmurları damacanaya vuruyordu. Cam kenarının yanındaki ranzama esintiler geliyor kitapta da satır satırı takip ederken ranzadaki komşunun sorusuna cevap da bulmuştum.
Dışarıya çıktığım zaman ilk yapacağım şey bir damacana çalıp tekrar buraya dönecektim ve elimde ki kitabı bitirecektim. Sonra kıçımı ranzaya yapıştırmış ikinci sayfaya geçmiştim. İlk satırlar…
‘’Bir gemi sağa gider diğer gemiyse sola. Geminin hangi yöne gideceğini belirleyen şey rüzgar değildir. Yelkendir.’’ @fatma_sezginnn
Sapyo’yu gerçekten anlayamıyordum.İnsanlara karşı bu kadar sakin kalmayı nasıl beceriyordu? Ben oysaki hiç yapamıyordum. Sapyo beni sadece insanlara karşı sakin kalarak şaşırtmıyordu. Beni terlikleriyle ve evindeki damacanasıyla da hayrete düşürüyordu. Aslında bunları böyle düşününce daha da ilgimi çekmişti. Sapyo sanırım bir şeyler gizliyordu. Bembeyaz terliklerinin üzerinde kıpkırmızı lekeler olması ve evinin ortasında bulunan boş bir damacana… Gerçekten bunlar çok ilginç şeylerdi. Acaba bunların sebebi neydi? Bunların ne anlama geldiğini öğrenmek istiyordum ama Sapyo’ya sorsam bana cevap vermezdi. Çünkü Sapyo çok ilginç biriydi. Sanırım ne yapacağımı biliyordum. Sapyo’yu takip edecektim ve belki de Sapyo’yu anlayabilirdim.
Sapyo’yu tam 10 gün boyunca takip etmiştim. 10 gün boyunca Sapyo’da çok ilginç şeyler görmüştüm. Mesela bir çerçeve ile konuşması,kendi kendine 2 numaralı vals müziğinde uzunca dans etmesi,yatarken bile beyaz terliklerini yanından ayırmaması ve uzun uzun damacanaya bakarken dalıp gitmesi. Bunları gördükçe Sapyo’yu daha da merak etmiştim. Belli ki gizlediği bir şey vardı.
Kararımı vermiştim. Sapyo’nun evine girecektim. Günlerce Sapyo’yu kolaçan etmiştim ve sonunda evine girebilmiştim. Sapyo’nun odasına girdim. Konuştuğu çerçevede bir bayan vardı. Sapyo’nun evinde dolaşırken takılıp yere düştüm. Halıyı kaldırdığımda gizli bir oda vardı. Oraya zorda olsa indim. Bu “gizli odada” aynı çerçeve vardı ve aynı bayan. Çerçevenin altında ise yüzlerce,binlerce küçük kağıt. O kağıtları okuduktan sonra kendimi dışarı attım. Gördüklerime inanamıyordum. Küçük not kağıtlarında ise “seni bıçakladığım için özür dilerim, yaptığın hata yüzünden seni affetmeyip öldürdüğüm için özür dilerim… Senin terliklerini her gün, her dakika giyiyorum, seni öldürdüğümde üzerine düştüğün damacana hala evde. Her gün kendi kendime 2 numaralı vals müziğinde, seninle dans ettiğimiz gibi, dans ediyorum. Özür dilerim. Çok pişmanım… Yazıları vardı.
Gördüklerime inanamıyordum. Sapyo nasıl.. nasıl birini öldürmüştü ki? Sapyo bunu nasıl yapmıştı anlayamıyordum ama sanırım her şeyi çözmüştüm. Sapyo birini öldürdüğü için çok pişmandı. Öldürdüğü günden beri sanırım ondan özür diliyordu ama kendini bir türlü affedemiyordu.
Sapyo aslında beni düşündüğü için, benim de pişman olmamam için hep gülerek cevaplar verip beni engellemeye çalışıyordu. Şimdi hiçbir şey düşünmeden, insanları bıçaklamayı istemeden, sadece rahatlamak için Sapyo ile birlikte:
Derin nefes al… Derin nefes ver… Kendimi ve herkesi affediyorum…
Sapyo’ nun giderken terliklerinin şıpırtısı yetmiyormuş gibi bir de elindeki boş damacanayı düşürmesi, zaten umutsuzca yapmaya çalıştığım meditasyonu bitirmemi sağlamıştı.
Ertesi sabah yakındaki ağaçlık alanda yürüyüş yapıyordum. Kulaklığı takmış, Dmitri Shostokovich’in 2 numaralı valsi eşliğinde ağaçların arasında ilerliyordum. Birden karşıdan koşarak gelen genç bir adam belirdi. Nefes nefeseydi. Közleri yuvalarından fırlayacakmışçasına irileşmişti. Ayağı takılıp düştü, can havliyle kalkıp tekrar koşmaya devam etti. Arkasından gelen biri belirdi ağaçların arasından. Daha iri ve hızlı koşuyordu. Yüzünde kızgın bir ifade vardı, adeta burnundan soluyordu. Kısa sürede yetişip yakaladı genç adamı. Ağa takılmış bir balık gibi çırpınıyor ve kurtulmaya başladı. İriyarı olan cebinden çıkardığı bıçağı adama saplamaya başladı. Sapladıkça kanlar fışkırıyordu. Fışkıran kanlar havada dalgalanıyorlardı. Birden adamın bıçakladıkça gözüne dans ediyor gibi gelmeye başladı. Elindeki bıçakla, adeta partnerinin etrafında dans eden bir baletti. Adam dans ediyor etrafında kırmızı kurdeleler dalgalanıyordu. Esen rüzgar ve sallanan ağaç dalları adama eşlik ediyorlardı. Dans ettikçe dalgalanan kırmızı kurdeleler adamın yüzüne ve üzerine sarılıyordu.
Adam dans ederek ona yaklaştı ve ona eşlik etmesi için elini uzattı. Bu büyüleyici dansa eşlik etmek için elimi uzattım ve adamla hayallerini kurduğum dansı yapmaya başladım. Kırmızı kurdeleler beni de sarmaya başladı. Adeta bulutların üzerindeydi uçuyordum. Ve birden müzik bitti, gölün kenarında yere yığıldım. Her tarafım kan içindeydi. Hissettiğim derin acılardan anladım ki adam beni de defalarca bıçaklamıştı. Has zannettiğim duyguların acı olduğunu şimdi fark etmiştim. Bedenimin ve ruhumun acılarına beynimi kapatmıştım. Dudağımdan son cümlelerim çıktı; ‘Herkesi afediyorum’
Yattığım yerden vücudumdan sızan kanları gördüm. Süzülerek gölün yüzeyinde adeta dans ediyor ve bir tuvali boyar gibi suyun yüzeyinde yayılıyorlardı.
Biricik kocamla ilgili korkunç gerçeği öğreneli iki hafta olmuştu. Benim geri dönülmez bir yola girişim ise on gün önce başladı. Bir aydan kısa bir süre içerisinde hayatım tepetaklak oldu. Hala inanamıyorum. Bir ay önce birisi bunların yaşanacağını söyleseydi aklından zoru olduğunu düşünürdüm. Şimdi ise ben kendi aklımı sorguluyorum.
Tam on beş gün önce evlilik yıldönümümüzdü. Deliler gibi aşık olduğum kocam için saatlerce süslendim. En sevdiğimiz restorana gidip harika bir yemek yedik. Gece yarısına kadar bol kahkahalı sohbetimiz bitmedi. Eve geldiğimizde mutluluktan uçuyorduk ve tutkuyla sevişmeye başladık. İlk defa o gece çocuk istediğini söyledi bana. Dünyanın en şanslı kadını olduğumu düşünüyordum. Bundan emindim.
Ertesi gün, sevgili kocam yeni cinayet romanı üzerinde çalışmak için erkenden ofisine gitti. Çok gerçekçi ve muhteşem bir roman olacağını söylüyordu. Onunla gurur duyuyordum. Ben ise gecenin keyfini biraz daha sürmek istiyordum. Küveti doldurdum ve uzun bir banyo keyfi yaptım. Ne olduysa küvetten çıkarken oldu. Banyo terliğimi tam giyemedim ve ıslak ayaklarım birden kaydı. Yere kapaklandım. Başım lavabonun altına bakar şekilde öylece yerde kaldım. Kendi kendime gülmeye başlamıştım ki gözüme bir şey takıldı. Lavabonun altında, küvetle duvarın birleştiği yerden sanki bir kağıt parçası çıkmıştı. Normalde fark etmek imkansızdı. Uzandım ve kağıdı çektim. Küçük bir zarftı bu. İçinde de küçük bir naylon poşet. Poşetin içinde de ne olduğunu anlamadığım sarı bir toz. Ne garip!
Apar topar laboratuvarda çalışan bir arkadaşımın yanına gittim. Tozun ne olduğunu öğrenmem gerekiyordu. Sonuç bir saat içinde çıktı. Limon ile birlikte tüketildiğinde ve vücutta belli bir miktarda birikirse öldürücü olan bir çeşit zehirdi!
Her şeyi bir anda anladım. Kocam beni zehirliyordu. Kendisinin asla içmediği fakat benim her gün içtiğim limonlu detoks içeceğime vitamin diyerek bir şeyler karıştırdığını biliyordum. Zehir olabileceği ölsem aklıma gelmezdi. Ne ironi!
Eve geldim. Zehri yerine koydum. Hemen kendime bu meditasyon kampını ayarladım. Bir süre ortalarda olmamam gerekiyordu. Canım kocacığımın romanında ufak bir değişiklik yapmaya karar vermiştim. Sadece damacana suyu içerdi ve çok su içerdi. Kampa gelmeden hemen önce bir paket fare zehrini 20 litrelik damacananın içine boşalttım. Bu arada sevgili kocam da bana şişelerce detoks içeceği hazırlamış, onları verdi. Kampta içerim diye! Sarıldık, öpüştük, vedalaştık.
Detoks içeceklerini içiyorum. Yakında görüşeceğiz…
@lalesanemsekercioglu
…
Yarınları düşünmeyen insan gibi yaşıyordum.
Suçlayabilirdim, insanlıktan çıkmış insanları pekala suçlayabilirdim. İçimde bu hiddeti yaşarken, doğasına uygun davranmayan bir benmişim gibi göründü Sapyo’ya. İnsanlara güzel görünen ne varsa, canını acıtacağını bilseler yine de algılarında ki güzelliği korumaya devam edebilirler miydi? Gördükleri dansım karşısında kayıtsız kalmaya devam edebilirler miydi?
Merak ediyordum.. Merak içinde coşkuyla örmeye devam ediyorum. Bu kez ne bir damacanaya hapsolacagim, ne de bir terlik altinda son bulacağım! İnsan doğasına minicikte olsa saygı duyacağı bir etki bırakacağım!
Bu 2-3 günlük meditasyon halinde, dünyanın en sağlam ipliğini üretirken tüm bunları düşünmeden edemiyordum.. 25 günlük zaman dilimine hazırlanmak beni heyecanlandırmıştı.
Kendimi doldurduğum bu zehirli düşünceler sayesinde 60 gün daha yaşayabilecektim.
İnsanlar doğalarına aykırı davranırken sanırım bende yarınları düşünen bir insana dönüşüyordum..
Derin nefes al… Derin nefes ver… Nefesine odaklan… Sakince… Huzurla… Kendimi seviyorum… Derin nefes al… Derin nefes ver… Kendimi ve herkesi affediyorum… Derin nefes al… Derin nefes ver… Herkesi olduğu gibi kabul ediyorum… Derin nefes al… Derin nefes ver… Nefesine odaklan… Yapabilirsin…
@ss.aypar
Hem Sapyo da insanlara karşı çok öfkeli olduğumu söyleyerek beni suçlamıyor muydu aslında? Öfkelenmek ve herkesin bıçaklandığı hayaller kurmak da pekala benim tabiatımdı demek. Sapyo aslında tam da kendi eleştirdiği şeyi yapıyordu: Tabiatıma uygun davrandığım için beni suçluyordu.
Sopha’ya dönüp “O zaman sen de beni çok öfkeli olduğum için suçlayamazsın.” diyecek oldum ancak hemen sonra vazgeçtim. Zira bittabi çıkacak tartışmaya laf yetiştirmek için sabır gerekecekti. O sabır da şüphesiz Sopha’da daha fazlaydı.
İyisi mi meditasyon yapmaya geri döneyim diye düşündüm. Geçen haftaki atölyede geliştirmek istediğimiz özelliklerimiz için meditasyonun yapmanın ne kadar yararlı olduğundan da bahsedilmişti. Sahip olmak istediğimiz bir şey için ona sahipmişiz gibi beynimizi kandırabilirsek ona gerçekten de sahip olmamız kolaylaşıyormuş. “Fake it until you make it” dedikleri türden yani.
Derin nefes aldım. Meditasyon yaparken ne kadar da sabırlı biri olduğumu düşünecektim. Yeni bir dil öğrenmek için her gün sözlük okuyacak kadar sabırlı biri olarak hayal edecektim kendimi. Aynı şeyleri 100 defa anlatacak sabrı olmadığı için tartışmaktan kaçınan ve haliyle hakkını yediren biri olarak değil.
Tam ne kadar da sabırlı ve harika biri olduğuma odaklanacaktım ki kendimi damacanadaki suyun ne kadar da azaldığını ve yenisini sipariş vermek gerektiğini düşünürken buldum. Bu durum bana biraz ironik geldi ve gülümsemekten kendimi alamadım.
“Olsun” dedim kendi kendime. “Sabret!” “Bir kez daha dene.”
Denemesine denedim ancak bu denemem de daha çok terliğimin kenarındaki yırtığın ne zaman ve nasıl oluştuğunu hatırlamaya çalışarak geçti. Sabır konusunda meditasyon yaptığım, ancak terliği meditasyon atölyesinde giyip giymediğimi hatırlamaya çalışırken geldi aklıma.
Gözlerimi açtım. Zira onları kapatmanın düşüncelerimi kontrol etmeye çalışmama pek bir faydası olmamıştı. Belki de benim kendimi daha az kontrol etmemi gerektirecek bir şeye ihtiyacım vardı.
Dmitri Shostakovich’İn 2 numaralı valsini dinleyerek dans etmeye başladım. Ancak adımlarım vals adımları değildi. Gelişi güzel dans ediyorum. Müziğin bedenimi kontrol etmesine izin verdim.
@into_thejourney
vaktim yoktu işte. Sapyo o bilmişliğiyle salladı kafasını iki yana, döndü arkasını atölyenin kendine ayrılan kısmına doğru yürüdü. Meditasyondakiler gülümsüyorlardı, yüzlerinde hafif mahzun ve saf bir işaretmişcesine yerleşmişti gülüşleri. Herkese baktım bir bir. Sapyo da artık yerine geçmişti. Gözleri kapalıydı herkesin. Onları izledim sessizce. O kırık ve korkunç hayallerimi bir kenara attım olmadı. Ayağa kalktım sessizce, bir kediymişcesine. Gözler kapalıydı. Terliklerimi geçirdim ayaklarıma. Beş on kişinin bağdaş kurduğu atölyenin köşesine doğru gittim. Kendimi bir ormana bırakıyormuşcasına salladım. Sağ elimi havaya kaldırdım. Sağ ayağımı havaya. Süzüldüm aralarına doğru. Gözlerim açıktı. O gülümsemeleriyle sarhoştular görmüyorlardı sanki beni. Yoktum sanki ben. Süzülüyordum hafifçe. Kimseye dokunmadan, bağdaşların arasından bir tüy gibi uçuyordum. Gözlerimi kapatmama gerek yoktu. Ben bu dünyada görülecek bir anı bile kaçırmamalıydım. Elimde bir bıçak boşluğu kalmıştı. Elimi şöyle bir savurdum. Herkesin arasından süzüldüğüm ve sanılandan daha hafif olduğum gerçeğiyle karşı karşıya kaldım. İşte böyle diye fısıldadım kendime. Yok oluyorlardı bir bir. Kimse kalmıyordu sanki. Yoruldum.. Köşedeki Sapyoya doğru süzüldüm. Hafifçe kapalıydı gözleri. Bir damacanaya dayanmıştı. Nasıl olur dedim. Bu damacanayı hiç fark etmemiştim oysa. Süzüldüm, öbür yanına geçtim. Eğildim, kulağına fısıldadım Sapyo’nun “sen gücünü doğadan, özden, sudan alıyorsun. Bense kendiliğimden, yalnızlığımdan..” Dudakları iki yana kıvrıldı. O masum gülüşlerden bir tane de kendine almıştı artık. Süzüldüm, bir kuş olarak çıktım atölyeden.
Instagram:eylemssessiz