Sahip olmadığımız her şey özgürlüğümüzün bir parçasıysa, onlara dokunmak da bir o kadar özgür kılar bizleri. Mutlu sayılırız ele geçirmedikçe ve gayet mutluyuz bizi ele geçirmelerine fırsat vermedikçe.
Mutluluğu, gülümseme koşuluna bağlama alışkanlığımıza karşı başlatılmış bir mücadele gibidir sessiz huzur. Her şeyin yolunda olması, kurguladığımız mükemmel dünyanın bize sunduğu en güzel armağandır. Kurallar bellidir, mucizeler olmaz. Sadece küçük sürprizleri vardır hayatın, onlarla da başa çıkmasını biliriz. Ve her mücadelenin sonunda daha güçlü olduğumuzu tasdik edebilecek bir de bahane buluruz. Sonra yine gece olur, yatağa girer kapatırız gözlerimizi. Uyku dinlendirir ve eşitler herkesi. Sabah başlayan yeni gün, rutinlerimizin verdiği özgüvenle yine o mükemmel dünyanın bir parçası olduğumuza derhal inandırır bizi. Yani ne olursa olsun, insan özene bezene küçücük bir dünya yaratır kendisine. İçine rahatça sığabileceği, her kaplumbağanın kıskanacağı güzel bir dünya.
Peki, bu dünyada ne eksik dersiniz? Zor soru ama cevapsız değil. Kendini tarif etmeyi becerebilen birinin bildikleri, yalnızca kafasının içerisindeki görüntüler ve kelime kabarcıklarıyla sınırlıdır aslında. Dışına çıkmayı istemediği bir kalıptır günlük hayat. İyi bilir nesi var nesi yoksa. Kimsenin eleştirilerine kulak asmaz, düşüncelerini üzerine giymez. Bildiklerinden mutludur çünkü başka bir hayat yoktur ezberinde. Alıştığının dışına çıkarsa başına ne geleceğini öngöremediği için sıkıca sarılır ona. “Ben buyum” der ve ayna karşısında karşılaştığı yüz, onu hep haklı çıkarır.
Nesimi Yetik’in hem yazıp hem de yönettiği “Toz Ruhu”, insanın içine kapanarak yakaladığı mutluluğun dokunulmazlığını çok başarılı biçimde anlatıyor. Başroldeki Tansu Biçer, hikâyeye ilham kaynağı olan kişiyi örnek almamaya özen göstererek, bağımsız biçimde çalışmış rolüne. Bu açıdan sıra dışı bir tercih sayılabilir ama kolayı seçmek yerine okuduğu senaryo üzerinden kendi adamını yaratabilmek de apayrı bir başarı olsa gerek. Çünkü filmde sırıtan tek bir nokta bile yok. Metin karakterine ciddi anlamda inanıyorsunuz. Hatta ben filmin bir kısmında o kadar kaptırmışım ki, Metin’in sesini de şarkıları kadar başarılı buldum. Sanırım bu, oyuncunun da en az yönetmen ve senarist kadar hikâyeye dokunabilmesiyle alakalı. Kendinden bir şey katmadan karaktere girmeye çalışan her oyuncu mutlaka tökezler. Çünkü yazılı metin de sözlü uyarılar da hep kameranın diğer tarafında kalır. Oysa biz, olay akışı içerisinde geniş bir yüz ifadesi ararız. Yani sadece gerçekçilik değildir bizleri seyrettiğimiz şeye ikna eden. Bazen günlük hayatta karşınıza çıkması imkânsız bir olaya veya tiplemeye bile inanabilirsiniz. Bu, tamamen oyuncunun canlandırdığı karakteri bizlere sunmadan evvel, ruhsal olarak da çok iyi biçimde üzerine giyebilmesiyle alakalıdır. İşte bu açıdan Tansu Biçer çıkabileceği en yüksek noktaya çıkmış belki de. Metin olmuş ve ortada toz namına hiçbir şey bırakmamış. Şarkı bestelemiş, söylemiş. Hayatını, evinin duvarlarından çok daha kalınlarıyla örmüş. Ama yine de o hayatın içine aldığı kişi veya kişileri de sonuna kadar korumuş, tıpkı alışkanlıkları gibi.
Film, bahsettiğim şekilde yalnız bir adamın dünyaya tutunma biçimini ve çevresini kabullenmek için kendini bazen doğru, bazense yanlış biçimde ifade etmesini anlatırken, esasında kahramanımızın bocaladığı noktalara da işaret etmekten geri kalmıyor. Yıllarca bir hayalin peşinden amansızca koştuktan sonra, o hayalini süsleyen fırsat eline geçtiği zaman ne yapacağını şaşıran Metin, o güne kadar kendi kabuğuna çekilmiş biçimde yaşayıp giderken fark edemediği şeyleri filmin finalinde bir anda görüyor. Ve gerçek anlamda ait olduğu yerde daha mutlu olduğunu fark etmesi uzun sürmüyor. Tam bu noktada film, özellikle bir sonuca bağlanmamış. Final, zengin ipuçları içerse de, son söz söylemeden kapanan bir perde gibi. Metin, hayallerinin bulunduğu duvar yığınını rahatça terk ederken arkasında koskocaman bir toz yığını bırakıyor. Ve ışığa, aydınlığa çıkıyor ki; o yolun onu evine, muhteşem yalnızlığına, ezbere bildiği dört duvara götüreceğini kestirmek mucize olmaktan çıkıyor. Yani hayaller her zamanki yerinde, Metin’in zihninde, en güvenli biçimde kalakalıyor. Genç adamın “Böylesi daha iyi” dediğini duymuyoruz ama hissediyoruz.
Aslında platonik aşk yaşadıkları kişiyle günün birinde gerçek aşkı tadanlar bilir bu durumu. Kavuşma anına kadar mükemmelleştirdiğiniz her şeyin basitleştiğini ve sizi mutlu eden onca duygunun bir anda yerle bir olduğunu fark ettiğiniz an geri dönmek istersiniz platonik aşkınıza. Gerçeği, hayalinden daha mı kötüdür yoksa kafamızın içerisinde belirlediğimiz kusursuzluk çerçevesi o kadar geniştir ki, içerisini hiçbir resim tamamen dolduramaz demek mi daha doğrudur? Her koşulda “Toz Ruhu” sonucu bize bırakıyor ama anlattığı hikâyede kendimizden çok fazla şey bulabilmemiz için hep kusursuz, duygusal, temiz bir taraf da kalmıyor değil. En zor zamanlarımızda bile mutlu hissetmemiz, kaybetsek bile bunu kendi dünyamızda galibiyete dönüştürebilmemiz için.
Toz Ruhu, değişimi aheste adımlarla ve yere sağlam basarak yapmayı tercih edenlerin Metin’e hak vereceği; daha cesur, daha radikal kararlar almakta zorlanmayanların da, Metin’e itiraz etmek yerine “Acaba?” diye sorular yönelteceği bir film. İncelikli ve incelikler yüzünden ciddi anlamda duygusal bir evrene sahip. Aynadan uzaklaşamayanlara kesin olarak tavsiyemdir. İyi seyirler dilerim.
Bu gönderinin yazarı sevgili Umut Kaygısız’ın tüm kitap ve film incelemelerini buradan ulaşabilirsiniz.
Umut Kaygısız’ı sosyal medyada takip etmek isterseniz linkten sayfasını ziyaret edebilirsiniz. https://instagram.com/umut.kaygisiz.7
Yorum Bırak
E-posta adresiniz kimseyle paylaşılmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlidir.