“Hey bacaksız! Piano piano” der Rutkay Aziz. Minik Kemal durur, gülen gözlerle bakar Kerim dayının yüzüne. Uzun uzun seyreder onu ve tekrar koşmaya başlar. Kerim dayı umuttur, yoksulluk çölünde bir ara suyun bulunma ihtimalidir ve Kemal’in hayalini kurduğu çizmelerin ülkesinden gelmiştir o. Çıplak ayaklarla bir odadan ötekisine uçarak giden Kemal içindir bu uyarı. İtalyanca piano piano, yani yavaş yavaş. Aslında konaktaki insanların tamamının hayatı için geçerlidir bu kural. Hepsi yavaş yaşar, yavaş düşünür hatta kavgaları bile yavaştır. Çünkü herhangi bir şeyi hızlı yapamayacak kadar güçsüz ve çaresizdirler. II. Dünya savaşı döneminde Türkiye nasıldı diye merak edenler için, gayet sade ve tamamen çocuk penceresinden bakılarak yapılmış anlatımıyla, eşi zor bulunacak bir filmdir Piano Piano Bacaksız film i. Günümüz Türkiye’sindeki fakirlik ölçütü ve algısını yerle bir edecek dürüstlükte ve samimilikte yaşatır bize o dönemi.
1991’de gösterime giren film, 65. Akademi Ödülleri’nde Türkiye’nin yabancı dilde en iyi film dalında Oscar aday adayı olarak seçilmiştir. Sadece bu özelliği bile filmi izlemeniz için yeterli bilgi bence. Ancak nedenini anlamadığım niceleri gibi, bu film de ne yazık ki televizyonlarımızda gösterilmiyor kolay kolay. Oysa çok büyük derdi olan bir film. Başından itibaren Kemal oluyorsunuz ve o küçük çocuğun dünyasına saydam gözlerle bakıyorsunuz. Filmin en kuvvetli tarafı da burası. Herhangi bir anında kesinlikle çocuk gözlerinden çıkıp, gerçek dünyayla bütünleşmiyor. Her olayı, her imkânsızlığı ve her umudu, sürekli Kemal olarak yaşıyorsunuz film boyunca. Bu, bence Tunç Başaran’ın “Uçurtmayı Vurmasınlar” da dahi yakalayamadığı kadar net ve mükemmele yakın bir nokta.
Piano Piano Bacaksız
Kendi ifadeleriyle, yoksulluğu edepli biçimde yaşayan ve hayatlarını eski bir konakta eşit şartlar altında paylaşan insanların günlük karın tokluğu sıkıntısı filmin asıl konusu. Ve pek çok karakterin omzuna eşit dağıtılmış bir yükle, su gibi akıp gidiyor öykü. Abartıya yer yok çünkü siz Kemal’siniz ve Kemal için ayrım net çizgilerle en başından beri belli. Sahip oldukları ve bir gün sahip olmayı hayal ettikleri var çocuğun önünde. Yaşam kavgası ve hayatlara kâbus gibi çöken Hitler korkusu, bir çocuğun basit düşünceleriyle anlatılmış ve hemen çözüme kavuşturulmuş.
Pazarda gördüğü çizmelere bakıp iç geçirirken, “En azından çizmeler var ya, olsun. Bir gün benim olma ihtimalleri hep var” umudunu orta yere bırakıverir Kemal. Komşu kızın ayakkabılarını gizliden gizliye giymesi ve kızın buna kızmak yerine, bilakis çaktırmadan yardımcı olması ince bir dokunuş. Diğer bir noktada “Hitler buraya gelir mi?” sorusuna aldığı korkutucu yanıta da yine çocukça bir formül üretir Kemal: “Ama biz onu döveriz değil mi? Hızır amca, Kerim dayı…” diye saymaya başlar.
Tüm konağın iki umudu var. Kısa vadeli olarak ara ara Hızır’ın kabadayı gibi çıkıp gelişi ve günlük dertlere derman oluşu gözden kaçmaz. “Ulan açlar ordusu!” diye bağırdıktan sonra koşup gelen konak sakinlerine bakıp bıyık altından güler Hızır. Ve gerçeği alaya alarak basitleştirir: “Nasıl da biliyorsunuz isminizi?” Yaptığı şey, soğuk gecede ısınmalarını sağlamaktır sadece. İhtiyaç da basittir, çözüm de. Ama verdiği mutluluk büyüktür. Uzun vadeli olarak ise İtalya görmüş, zeki adam Kerim dayıdır kurtuluş ümidi. Konaktaki herkes ona bel bağlamış durumdadır. Ve bu inanış boş da çıkmaz. Kemal de kafasına takılan her soru için Kerim dayının kapısını çalar. Çünkü konakta yayılan havadan etkilenir çocuk ve onun dünyasında en akıllı, en bilgili ve en kahraman kişi Kerim dayıdan başkası değildir. Çocuğun hırsızlık üzerine sorduğu bir soruya Kerim dayının verdiği yanıt da ayrıca ders niteliğindedir.
Özetle, konu insanın özüne indirgenerek anlatıldığı vakit, izleyiciyi çabucak kavrıyor. İşte asıl mucize burada. Gezegenin dışına çıkıp aramamak lazım duyguları. Bugünün kazanma ve sahiplenme sevdalısı, aşırı realist insanları için fazlasıyla duygusal bir hikâye karşımızdaki. Ama duygusal olması gerçek olmasına engel değil. Ve eminim, aradan geçen seksen-doksan senenin değiştirdiği gerçekçilik kavramı, realist geçinen, faydacı insanlar için tam bir açmaz. Bugünün zaman kaybına tahammülü olmayan insanları oradan oraya arabalarıyla giderken ve alışveriş merkezlerinde asgari ücreti rahatlıkla bırakabilirken, hiç kimsenin bir çocuğa “Hey bacaksız! Piano piano” diyeceğini sanmıyorum. Sadece yere düşmesin diye, küçük bir çocuğa söylenebilir belki, o kadar Sanırım artık geldiğimiz nokta, “Hey delikanlı! Veloce veloce” kıvamındadır. Ben yine de, bu filmi seyretmeyen birisinin, Türk Sinema tarihinde eksik kalacağını savunuyorum. Benim için en iyi üç Türk filmi arasında, o yüzden bu filmi özellikle izlemenizi tavsiye ediyorum. Diğer iki filme gelince… Elbette onları da yazacağım ama şimdilik Piano Piano Bacaksız film incelemesiyle bitiriyoruz.
Yorum Bırak
E-posta adresiniz kimseyle paylaşılmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlidir.